Sayfalar

5 Temmuz 2013 Cuma

On'suz

   On'suz hep bir kişi eksik olacağız. On'suz kalan diğer on yetmeyecek bize. Artık biz 7, 8, 9, Alex, 11 diye sayacağız...



   Şairin dediği gibi:
   "Gelmeyecek bir gideni,
   Olmayacak bir nedeni
   Beklediniz mi...

   sorusu içimizi acıta acıta yüzümüze bakmakta...

   Güle güle git kaptan. Bir gün yine görüşeceğiz öyle değil mi!

tüm pencerelerin denize açılır



En güzel yanındır, tüm pencerelerin denize açılır. Her sokağın ufka bakan bir kapıdır. Üstüne döktüğümüz betondan sıyrılır ve daracık bir sokağın ucundan bize gülümseyerek bakarsın. "Bak buradan da ufku uzanabilirsin" der gibi. Eziyetlerimizi sinesine çeker, bizi de içine... 


"Bir daha sarı sıcak olmayacaktır artık bu şehir de" dediğin gün mevsimlik montunu tüm gün elinde gezdirirsin ve akşamın da öyle bir yağmura esir düşersin ki; işte en çok ben bu halini sevdim, demek zorunda kalırsın. 

Ey kalbimi sana yenik düşürdüğüm şehir; bir şehre değil, hiç bir şehre benzemeyen edalım. Ben öğrendim ve şimdi söylerim: "Ve gün gelir tüm düşmanların artık sana meftundur ama en çokta esir..."

enver demirbağ

   El-aziz'liyim diye geçinenlere fakat önce ve en çok kendime söylüyorum: 
Sanıyorum 2007 yılının Ağustos ayı idi. Elazığ'da dal kıpırdamaz bir gündü. Babam Şerif Aydemir, Kirvem Gürhan Gündüz, Kıymetli ağabey Gürol Korkmaz ve ben düştük Kayınpederim Bilal Özer’in peşine. Dediler ki “Kültür Mahallesi’nde oturuyor. Sorduk, soruşturduk eni sonu elbet bu değilse de bize kızmazlar diye bir kapıyı çaldık. Anadolu kadar güzel yüzlü, Allah’ın nerede ise hemen hepsine bahşettiği ışık ile bir Teyze açtı kapıyı. Sorumuzu sormaya gerek bıraktırmadan anladı gelişimizi, eğdi yüzünü ve gönülden buyur edip sebebi ziyaretimiz olan Enver Demirbağ’ın yanına götürdü.
Kim mi bu Enver Demirbağ?



   Yetmişten fazla albüm çıkartmış Harput Musikisi Üstadı. 
Harput Musikisinde gelenek çok önemlidir. Eskiden Harput’ta musiki ile daha ziyade hafızlar uğraşırmış. Usta çırak ilişkisi ile musiki geleneği ağızdan ağıza, kulaktan kulağa iletilirmiş. Kendisi bu geleneğin yaşayan son birkaç temsilcisinden biriydi.
Bu gelenekten getirdiği eserleri (115 eser) TRT-THM repertuarına katmıştır.
Döneminin en iyi 5 tenorundan biri idi. (kimileri için bu tüm zamanların olarak kabul edilir)
Harput Musikisini en iyi, en doğru şekli ile yorumlayan kişi olarak kabul görmüştü.

   Sıralamakla son bulmayacak yeteneklerin sahibi kişi alelade bir somyanın üstünde yatıyordu. Sesiyle aşka, sevdaya, düğüne, hüzne, acıya, Harput toprağına düşmüş anılara bir cam ustası gibi şekil veren kişi artık kulağımıza anlamsız gelen nidaların ötesinde sukut içinde uzanmaktaydı. 

   Sesindeki tını ile düğün dernek kurduğumuz, hasretimize ortak ettiğimiz, acımızı törpülediğimiz bu adam Elazığ gibi avuç içi büyüklüğündeki şehirde yalnızlığa mahkûm edilmişti. Bırak şehrin herhangi bir yerindekileri, aynı sokakta yaşayanlar varlığından habersizdi.

   Bu sabah serviste gazetenin sayfalarını çevirerek işe giden yolu kısaltmaya çalışıyorum. Sayfanın sağ altındaki bir kelime gözüm “algıdaki seçicilik” ile yakalıyor. “Harput” yazmakta zaten oraya kadar dert yok ama ya devamında yazanı okuyunca içim cız ediyor. Gazeteyi sessizce indiriyorum ama içimdeki feryat gidip yukarıdaki anıyı bulup canlandırıyor. Haber diyor ki: “Harput türkülerinin en iyi icracılarından biri olarak bilinen mahalli sanatçı Enver Demirbağ, Elazığ'daki evinde yanarak can verdi. 12 yıldır felç hastası olan sanatçı, önceki akşam yalnız yaşadığı dairesinde ölü olarak buldu. Yangının elektrik sobasının alev alması sonucunda çıktığı anlaşıldı. 1935'te Elazığ'da doğanolan Demirbağ, 115 eserlik repertuarını, Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü, Folklor Arşivi'ne kazandırmış, TRT Radyosu'nun arşivi için de birçok eser okuyarak kaynak kişi unvanını almıştı.”

   Türkülerini sevdik, sesini sevdik ama bizi affet usta seni sevip sana sahip çıkamadık…

   Dertli koyun dertli koyun
   Dağdadır dertli koyun
   Ben bu dertten ölürsem
   Adamı dertli koyun...

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   10.11.2010

saat 1'e bir çeyrek saat var sevgili;

Zeil-Frankfurt-Almanya

   saat 1'e bir çeyrek saat var sevgili;

   Pervasız büyüyen bir kardelen misali zihnimde gezinir adın. Med cezire yenilen bir okyanus gibi, soluğun ne vakit gelip dokunsa bana, içim çekilir ruhunun durduğu limana. Ay ışığımsın, gelgitlerimin yorgunluğu ve damarlarımdaki kanın yoğunluğusun. Bir anarşisttir gözlerin ve “ben” dediğim gizli dünyamın duvarlarına bakışlarınla aşkın illegal sloganlarını yazarsın. Kimsenin bilmediği ya da unuttuğu bir dilin harfleri ile yazarsın. Ben okuduğumu, anladığımı sanırım, sen ise gülümseyen dudaklarınla anlamadığımı anlatırsın. Çivi gibi çakılır ruhuma, gözünden süzülen hüznün ışığı. 

   şu an gibi saat 1'e bir çeyrek saat var sevgili...

   

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   29.04.2011

Sen Bizim Kocaman Gururumuzsun


   89 yılındaki rekor sayıda atılan golle gelen şampiyonluğun üstünden altı sene geçmiş ve şampiyonsuzluğun içimizi yakan hasreti ruhumuzu yıpratmıştı. 96 yılının 5 Mayıs günü Trabzon Avni Aker Stadı’nda maç başladığında (o an başlayan maç hariç) ligin bitimine artık sadece iki hafta kalmıştı. Trabzonspor’un maç başında iki puan önde olması yetmiyormuş gibi bir de üstüne ilk yarıda gol yemiştik. Soyunma odasına 1-0 geride giriyorduk. İkinci yarı başlarken statta birer metre ara ile neredeyse yan yana duran takım bayraklarından sadece kanaryamın bayrağının dalgalanması haricinde her şey aleyhimizeymiş gibi duruyordu. İkinci yarıda önce İmparator (4), ardından da Kral’ın maçın bitimine sekiz dakika kala attığı golle maçı 1-2 kazanıyorduk. 







   Yıl 88. Yazın sonu gelmek üzere, sonbaharı selamlamaya hazırlanıyoruz. O dönemlerde ortaokul diye bir kavram var ve ben ortaokulun son sınıfındayım. Yanlış hatırlamıyorsam bir önceki futbol sezonunu 8. sırada tamamlamışız. Bir tek Rıdvan Dilmen’in varlığı ile avunduğumuz bir sezonu çok şükür bitirmişiz. Artık yeni bir sezon, yeni bir ümit ve yepyeni bir takımı heyecanla bekliyoruz. Birçok transfer yapılmış. "Bu kadar toplama bir takımdan hiçbir şey olmaz" söylemlerini okuyorum gazetelerin spor sayfalarından. O zamanlarda biz gazetelerin önce arkasını çevirir ve bir sayfa açar oradan başlardık okumaya. Dönemin en popüler gazetesi Milliyet ve onun spor sayfalarında okumak için aradığım isim ‘İslam Çupi’. İslam Baba’nın cümleleriyle duvarlarını ördüğü Fenerbahçe sınıflarında taraftarlık dersleri aldığımız dönemler. 


   Takıma on yeni isim transfer edilmişti. Bir önceki yılın kupa şampiyonu Sakaryaspor’un dört önemli ismi artık “Çubuklu Forma”(1) için mücadele edecekti. Turhan, Serdar, Oğuz ve Aykut Fenerbahçe posterlerinin en güzel renkleri olmaya adaydı. O toplama takım, dört işlemde zayıf olanların sayamayacağı kadar çok gol (2) atarak 88/89 yılının futbol mevsiminin sonunda şampiyonluk ipini göğüslemişti. Ligin başına tekrar geri dönecek olursak; o kıymetli dört transferden biri olan Aykut ligin ilk maçına antrenman eksiği nedeniyle maçı yedek kulübesinden seyrederek sezona başlamıştı. Rize maçının ilk yarısı golsüz berabere bitmiş ve aklımızı bir önceki yılın kötü hatıraları kaplamıştı. O tarihlerde birçok maçı ancak radyodan takip edebiliyorduk. Radyodaki spiker, ikinci yarı başlarken Aykut’un oyuna girdiğini ve maç sonunda stattaki skor tabelasında da 5-0 yazdığını söylemişti. Takım lige fırtına gibi girmiş ve ilk maçın kazanılmasındaki en belirleyici etken Aykut olmuştu. Beş golün dördü Aykut’tan gelmişti. İşte o Aykut, kocaman sayıda goller atarak ligin sonunda gol kralı-da olmuştu(3). 

   Artık o sarı lacivert tribünlerin "Kral Aykut, Kral Aykut, Kral Aykut" diye seslenerek maç öncesi tribünlere çağırdı bir isimdi. Çocukluk, gençlik ateşiyle isterdik ki biz onu tribünlere çağırdığımızda içimizdeki ateşi bir kat, bin kat daha alevlendirecek hareketler yapsın. Oysaki Kral bugünkü naif duruşunu o günlerde de gösterirdi ve tribünlerin önüne kadar gelir ve formasının göğüs hizasındaki Fenerbahçe armasını öperek bizi selamlardı. Hem onun kendine has bu duruşunu severdik, hem de bizi “yoldan çıkartmayan” sakinliğine içten içe kızardık. Yine de bilirdik ki O, o armayı sevdiği için öperdi… 

   Birçok futbolcu birbirlerinin attıkları gollere benzer goller atardı ama kimse Aykut gibi atamazdı. Kendine has bir stili vardı: “Bu golü sadece Aykut atar” dediğimiz. Aut çizgisine kadar iner, oradan kalecinin tahayyül edemeyeceği yere, kalenin tavanına doğru topu çakarak gol yapardı. Ceza sahasında kaleye sırtı dönük topla buluştuğunda, biz çoktan kralın atacağı yeni gole sevinirdik. O’da topu alır, aniden döner ve kalecinin uzanamayacağı köşeye topu bırakırdı. Bir gün, ceza sahasında topla buluştuğu an yerdeki topu havaya kaldırdı. Sadece maçı seyreden bizler değil tüm rakip savunma efsunlanmış gibi ona bakıyordu. Çünkü bu çok beklenir bir hareket değildi. Ardından havalanan topu kendisine doğru hareketlenen kalecinin üstünden aşırtma bir kafa vuruşu ile tüm rakip takım oyuncularını çaresizliğe sürüklerken, bize-de yepyeni bir tarz ile atılmış golün sevincini bırakıyordu. 

   O maçı şirkette, depoda, tek başıma seyrediyordum. Kral’ın golü ile yumruğumu havaya kaldırdığımda hem acıdan, hem de sevinçten artık ağlıyordum. Deponun alçak tavanını unutmuş ve yumruğumu tavana bir çivi gibi çakmıştım. Deponun yanında Stüdyo-3’de Şansal Büyüka ile Rıdvan Dilmen Kanal D’de program yapıyorlardı. Maç bitti ve Rıdvan Dilmen stüdyodan çıktı. Karşı karşıya geldik. “Telefon var mı yakınlarda?” diye sordu. “Buyur abi, bu taraftan” dedim ve depoya doğru yönlendirdim. O, Rıdvan Dilmen benim futbol idollerimden biriydi. Buradan geri dönüşün olmayacağını, şampiyonluğa giden geçidin dar, yıpratıcı ve tehlikeli virajını döndüğümüze yürekten inanmıştım. Yine de bir güzelin onayına muhtaç gibi ve belki de “evet” demesi için yalvarır bir ifade ile “Rıdvan Abi, artık şampiyonuz değil mi?” diyebilmiştim. Bugün bile şampiyonluğun habercisi olan galibiyeti ilk Rıdvan Dilmen’le paylaşma anını hatırladıkça içimi ısıtan o keyfi, bir dost gibi kendi sonsuzluğuma kadar anılarımı biriktirdiğim zihnimde tutacağım. Yine de “Abi sana bir sarılabilir miyim?” demeye cesaret edememek, yüreğimde hep pişmanlık dolu bir çekingenlik olarak duracak.


   Şampiyonluğun muştusunu getiren golleri atan İmparator ve Kral, lig sonunda takımdan uzaklaştırılıyordu. Yedi koca sezonun sonunda gelen şampiyonluğun sevinci kursağımızda bir düğüm gibi kalakalmıştı. Kral’ın gidişine sebep olarak gösterilen bahanelerden bir ise Trabzon maçının sonunda söylediği sözlerdi. Şöyle diyordu Aykut, "Bütün sezon uğraşıyorsunuz, bütün emekleriniz tek maçla heba oluyor, kendi galibiyetimize seviniyorum ama Trabzonlu arkadaşlarım için de üzülüyorum…"

   Artık Kralsız bir ülkenin mahzun çocuklarıydık. Çubuklu forma giymiş on bir adam yeni sezonda sahaya çıkıyordu ama biz sevgililer için hep iki kişi eksiklerdi. Uzaklaştırıldıklarının ertesi yılında hem Kral, hem de İmparator İstanbulspor’da futbol hayatlarını sürdürmeye devam ediyorlardı. Sanıyorum 97 yılının nisan ayıydı. Fikstür İstanbulspor-Fenerbahçe maçını gösteriyordu. Bir gündüz maçında, (belki de konum olarak dünyanın en güzel stadında) İnönü’de iki takım karşı karşıya gelecek ve sevgililer artık farklı renkte formalar giyiniyor da olsalar buluşacaklardı. Dolmabahçe’de bir araya gelen mahşeri kalabalık Fenerbahçe’yi seyretmekten öte İmparator’unu ve Kral’ını selamlamak için toplanmışlardı. Ne yaptıysam maça girecek bileti bulamamıştım. Yüzüm yerde, şeref tribününün olduğu taraftan Taksim’e doğru yürümeye niyetlenmiştim. “Onları oynarken bir daha seyretmek, demek ki nasip değilmiş” diye düşünüyordum. Birden stat dışında kalmış kalabalığın akın akın bir yere doğru koşuşturduğunu gördüm. O tarihlerde kaba inşaatı neredeyse bitmiş olan ve stadın “Yeni Açık” diye adlandırılan tribünlerinin ardında kalan (İstanbul’un en çirkin binalarından biri) Süzer Plaza’nın şantiyesine doğru taraftar hücuma kalkmıştı. Güvenlik görevlilerinin “giremezsiniz, yasak, olmaz” demelerine aldırış etmeyen benim gibi binlerce sevdalıyla birlikte inşaatı ele geçirmiştik. İnönü stadının artık beşinci tribünüydük. Sahanın etrafını saran diğer dört tribünle karşılıklı tezahüratlar söylüyorduk. Kaba inşaatın en üst katında (5) ve en uçta oturuyordum. İki takımda ısınmak için sahanın çimlerine ayak bastığında tribünlere davet edilen sadece iki isim vardı: Kral ve İmparator. Bulunduğumuz yerden sahadaki futbolcular sadece bir nokta kadar görünüyorlardı ama ben her ikisinin de futbol topuna o sihirli dokunuşlarını yıllarca seyrede seyrede ezberime almıştım. Ne vakit top Kral’ın ya da İmparator’un ayağına gelse bir daha onları canlı canlı seyredemeyeceğimi bilir gibi her hareketlerini aklıma işliyordum. Futbol sanatının en güzide iki ustasıydı onlar. O gün maç berabere bitmişti. Belki de Kanaryamın puan kaybına ilk defa üzülmemiştim. Onları o kadar çok özlemiştik ki maçın skorundan çok uzakta, yüreğimizin derinlerine bıraktıkları mecburi ayrılıklarının hüznünü büyütüyorduk.

   Aykut Kocaman, çubuklu formayı sırtına giydiği ilk sezon nasıl bizi şampiyonluğa taşımışsa vedasını da şampiyonluk kupasını Kadıköy’e getirerek yapmıştı. Bir gün geri geleceğine hepimiz inanmıştık. O’nu gönderen bir daha Başkanlık koltuğuna oturamayacaktı ama O, gidişi ile boş bıraktığı tahtına elbet bir gün geri kavuşacaktı. Kavuştu da zaten.


   Şampiyon geldi, şampiyon gitti, şampiyonlukla geri döndü. 96 yılında attığı golle şampiyonluğu Şenol Güneş’li Trabzon’un elinden çekip almıştı ve 2011’de geri döndüğünde kaldığı yerden devam etti. Kocaman umutlarımızın sahibi; kiminin kâbusu, bizimse rüyamız oldu…



   Şampiyonluk sonrasında bile yumruğunu havaya kaldırarak sevinmekten ar eden Kocaman yürekli adam "Aykut Kocaman, bu ülkenin futbol çölünde bir vahadır"(6)
Futbolculuk dönemlerinde ne zaman onu sahada görsem yüreğim huzur bulurdu. O, elbet bir yolunu bulur, bizi sevindirecek golü atar, derdim. Galatasaray’ın efsanelerinden rahmetli Metin Oktay soyunma odasından çıkmadan, tribünlerdeki taraftarlarını kastederek takıma şöyle seslenirmiş: “Bizi sevenleri üzmeyelim arkadaşlar”. Metin Oktay’ın dilinde hayat bulan o duru geleneğin, renklere olan aşkın, samimi takım sevgisinin bugün için son temsilcisi Aykut Kocaman’ın da dediği gibi: “Bana inanları mahcup etmediğim için çok mutluyum”. Biz de seninle mutluyuz Kral…

   Sen bizim Kocaman gururumuzsun…

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   27.05.2011


(1) Fenerbahçe Spor Kulübü’nün dikine çizgili sarı lacivert renkli efsane formasıdır.
(2) Fenerbahçe, Türkiye 1.Ligi (Süper Lig) 103 golle 1988/89 Sezonu Şampiyonu 
(3) Aykut Kocaman, Türkiye 1.Ligi (Süper Lig) 1988/89 sezonu gol kralı-29 gol 
(4) Fenerbahçe tribünlerinin İmparator olarak adlandırdığı futbolcu Oğuz Çetin.
(5) Süzer Plaza’nın yüksekliği 118m.
(6) Barış Tut’un 2004 yılında yayınlanan "Kocaman Bir Adam Sıradışı Bir Teknik Direktörün Portresi" adlı kitabının arka kapaktaki tanıtım yazısının ilk cümlesidir.

İzzeti Nefsim


   Derler ki 1996 Mayısında Trabzon Avni Aker Stadı’ndan Fenerbahçe boynu bükük ayrılsaydı Ali Şen, Oğuz (Çetin) ve Aykut (Kocaman)’ı dönüş uçağına dahi almayacaktı. Ve şöyle devam eder iddia: Ali Şen’in bu fikrinden her iki isimde maçtan önce haberdardı. Ne güzel tevafuktur ki o gün bu iki büyük futbol sanatçısı yedi yıl sonra gelecek olan şampiyonluğun habercisi olan gollerinde sahibiydiler.

Kral (Aykut Kocaman), o güne değin Çubuklu Forma için akıttığı terin, verdiği hizmetin hiçe sayılarak Trabzon’dan İstanbul’a uçuş kartı alabilmenin sahadaki galibiyetten geçtiğini elbet biliyordu. Amansız bir hastalık gibi peşine düşen, beynine giden bütün damarları kemiren, yük olup omuzuna konan, formasına asılarak onu geriye çeken bu bilgiye rağmen Erol (Bulut)’un sağdan gelen ortasına arka direkte yetişerek gole çeviriyor ve Çubuklu Formaya aşık olanların yönünü, yüzünü aydınlığa döndürüyordu. Maç sonundaki söylemiyle de (elbet ki Trabzonsporluların sevgisini kazanması zordu ama) tüm Türkiye’nin saygısını kazanmayı hak ediyordu. Duclos’un da dediği gibi “Zafere ilave edilecek yegâne süs tevazudur." 

   Marcus Aurelius Roma Meydanı'nda yürürken arkasında bir uşak olurmuş. Uşağın tek işi, insanlar Aurelius'a şükranlarını sunduğunda Marcus'un kulağına "Sen sadece insansın" diye fısıldamakmış. Markus’u göklere de çıkarsalar, yedi kat yere de batırsalar o Markus'a hep aynı şeyi söylermiş "Sen sadece insansın". Bu yürekli komutan Aykut Kocaman, bu sözü kulağına eğilerek söyleyen adamı yanında değil her daim yüreğinde taşır ve o sese hep kulak kabartır.

   Şunu söylemeden de edemeyeceğim. Aykut Kocaman Teknik Direktörlüğündeki bugünün Fenerbahçe’sinde 90’lı yılların Kral Aykut oynamak ister miydi? Oynasa mutlu olur muydu? Teknik Direktör ve Futbolcu Aykut Kocaman’ı yan yana oturtma imkânımız olsaydı anlaşabilirler miydi? Kral Aykut, Hoca Aykut’un sistemini sevmezdi lakin benim inancım bir büyük transfer dönemi sonrasında artık Kral Aykut’ta Hoca Aykut’un takımında oynamak isteyecektir. Çünkü ilk defa birinin yüzünde ben bu camianın isterlerse müstahdemi de olurum ama sahadaki efsanesi olduğum gibi, kulübedeki efsanesi de olmak istiyorum bakışını buldum. “Siz bana yıllar sonra sör unvanını takmanıza gerek yok, adımı söyleseniz yeter” i gördüm. Çünkü benim adım zaten Kocaman Aykut. 

   Şimdi sorarım size bugün devre arası transfer döneminde kimi alsın istersiniz takıma Aykut Hoca? Şöyle yıkıcı bir hücum oyuncusu nasıl olur? Sırtı kaleye dönük ya da önüne atılan toplarda kartopunun çığa dönüşme etkisi veren ve önüne geleni silip süpüren biri olur mu? Mesela Emenike olur mu? Uçta sağa koy oynasın, sola koy oynasın, en uça koy oynasın, yıksın yıkılmasın, vursun çıkarılmasın, kara bir boğa olsun Kadıköy’de olur mu? Mamadou olur mu, Mamadou Niang olur mu? Öyle bir sol bek bulalım ki Küçük Şenol (Ustaömer) den bu yana serbest vuruştan gol atabilen bir sol bekimiz olsun. Orta saha çizgisinden aldığı topla slalom yaparak topu öyle bir yere vursun ki rakip kaleci bugün olsun hala topun nereden geçtiğini anlayamasın, üst ağlarda çivilensin top ve almayalım oradan. Andre Santos varmış Arsenal’da olur mu? Cevval bir stoper almalıyız. Eskilerin deyimiyle tekmeye kafa sokacak, rakip santrfora öyle yapışacak ki futbolu unutturacak, hayattan soğutacak, kendi kalesi önünde durduracak, yetmeyecek gidip rakip kalede kafayı koyacak. Sevinirken takımı, tribünü, onu-bunu, her şeyi yeniden motive edip ayağa kaldıracak. PSG’de Diego Alfredo varmış, tam adı Diego Alfredo Lugano Moreno olur mu? 

   Bu isimleri yitirmiş, kucağında 3 Temmuz çocuğunu bulmuş, ardına baktığında Timur’un karşısında yalnız kalmış Hoca misali sahipsiz, yetim zamanların mahkûmu olmuş bir kahramandan bahsediyoruz. Doğruluğu, yanlışlığı tartışılır ama neredeyse kulübün renkleri ve arması hariç her şeyi olan Başkanı bir Pazar sabahı 364 gün geri gelememek üzere yok olmuşken; Koca Çınar’ın dibine ateş yığılmış, kireç dökülmüşken, baltayla, hızarla canı alınmaya çalışılırken, ateşten gömleği üstüne giymekten bir an bile imtina etmeyen, gösterişsiz bir kahramanından bahsediyoruz. Üstünde çift kat gömlekle gezdi bu adam. Biri az önce dediğim ateşten gömlek, diğeri zorla büyük bir camiaya giydirilmek istenen deli gömleği ve her ikisini de yiğitçe giydi ve sonunda onları ona giydirenlere geri giydirdi. “Hooop!” demezler mi adama, “Yuuuh!” demezler mi adama, “Ey vefa neredesin?” demezler mi adama? Ne çabuk Hocanızın ardından, ayrıldınız demezler mi adama? 

   Neden gülmezmiş. Sana ne arkadaşım, sana ne? Sen hayatında kaç defa şampiyon olduktan sonra seni güldürmediler? Hiç. Bil-e-mezsin o vakit içinde kalan sevinemeyişlerin acısının büyüklüğünü. O duygular öyle yoğun olmuştur ki artık gülmeyi koy bir kenara, gülümsemekten korkar hale gelmişsindir. 1996’da şampiyonluğu getiren golü atarsın, 2011’de golü atanları yönetirsin ama o yazları gülümseyerek değil acılarla yüreğini mayalayarak sukut edersin. Ve sonra elinden oyuncağı alınmış çocuk misali bir hüzünle ömrünü güze bağlarsın. Şimdi gel sen gülsene arkadaşım..! 

   2011’in 18 Mart günü TT Arena’da Galatasaray’a ilk mağlubiyetini tattıran takımın Teknik Direktörü olarak maç sonu Lig Tv kameralarının karşısına geçtiğinde, Lig Tv Stüdyolarından “Aykut Hocam Arena’da maç kazandınız neden gülmüyorsunuz?” sorusuna “Ligin sonunda şampiyon olduğumuzda güleceğim, o güne saklıyorum” demişti. Ligin sonunda şampiyon olduğunda gülmeyi bir yana bırak, gülümsemesine dahi izin vermediğiniz adamdan şimdi mi gülmesini istiyorsunuz? Hz.Pir’in de dediği gibi:

   Biz sevdik mi yer oluruz. 
   Biz sevdik mi sel oluruz. 
   Biz sevdik mi lal oluruz. 
   Biz sevdik mi can oluruz..! (1)

   Lal ettiniz, ne gülmesi…



   Hani deriz ya “bileğimi kessen sarı lacivert akar” diye böyle bir “adam” dan bahsediyoruz. Bu adam tüm camianın arkasında durdu. Hem de herkesin bırakıp gitmek için ufacık bir boşluk, kaçmak için; suya dar, havanın sığmadığı bir delik aradığı sırada. Biz duramadık ardında. Onu “güçsüz bıraktık”. Onun yiğitliği tüm camiaya yeterken, her birimiz ayrı bir damla olup, bir olukta birleşerek, birikemedik ardında. “Gidiyorum” dediğinde dur demeyenler, biliniz ki bir geri dönmemek üzere gittiğinde, o gün ilk “kal, ne olur gitme kal” diye ağıtları ilk yakanlar olacaksınız…

   Türk Futbolu yakın zamanların yiğidini, kahramanını, mahcup adamını, gösterişsiz mücevherini, vitrinsiz baharını, büyük ve derin akan nehrini, Sakarya’sını kaybediyordu da haberi olmadı. “Dönecek mi, dönmeyecek mi?” yi konuştu da “neden gitmek istiyor acaba?” diye soramadı. Kadıköy’deki en karanlık geceleri aydınlatan Kocaman ışık, Kar Demir’li bir soğuk mevsimde yalnız yürümeye Kara Büklü bir kelepçe ile gönderilecekti. Geri döndü. Yüzü yerde geri döndü. Çık-a-madı karşımıza. Sustu, yine sessiz kaldı. Sevdalılar gibi sustu. Sevdası için, renklerini formasına çubuklu bir şekilde işleyen arması için sustu, döndü. Geldiğinde bile bu kadar tehlike de değildi kariyeri, geçmişi ve geleceği. Şimdi ateşli bir yolun yalnız ve çıplak ayaklı tek yolcusu olarak bir kez daha yürümek için yola koyuldu. İzzetinefsini belki de ilk kez sohbetlerin en önde, gündemin ilk konusu yapmaya razı olarak geri döndü. Gururunu, hayatının en güzel armağanı saydığı “sen bizim Kocaman gururumuzsun” cümlesini “yürekten” söyleyenler için, o cümleyi feda etmeyi göze alarak döndü. Siz; kazanalım da nasıl olursa olsun, ne kadar çirkefçe olursa olsun, ne kadar insanlara üsten baka baka, basa basa olursa olsun, kazanalım diyenler… İzzetinefis nedir bilir misiniz?

   Korkma! Korkma Kocaman Yürekli Adam, iyiler mutlaka kazananlar olacaktır. Bizler, seni sevenler, sana inananlar belki azmış gibi görünebiliriz gözüne, gönlüne ama dualarımız senin için, sen gibi KOCAMAN…

   Niye mi bunları yazdım..?

   “Eğer bir haksızlığı engelleyemiyorsanız en azından onu herkese anlatın...” (2)

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   28.12.2012


   (1) Hazreti Mevlânâ Muhammed Celâleddin-i Rûmî
   (2) Ali Şeriati


Lacivert Gecelerin Sarı Aydınlık Sabahı İçin


   Sahipsiz bir Eylül akşamı, radyo başında sevgilimi bekliyorum. Daha on yaşındayım. Akşamı kolundan çekip gecenin karanlığına ittiğimiz saatler. Kız kardeşlerimin biri bir çek yatta, diğeri de ötekinde gün boyu ip atlamış olmanın yorgunluğunu arkalarında bırakıp uykunun huzuruna doğru yürümüşler. Annem ise her zamanki gibi beni yatırmadan uyumaya gitmiyor. Çocuklar bazen bilmeden ne kadar zalim oluyorlar. O da kapanan gözlerine laf dinletemese de yatağına gitmeye inat eden küçük bir çocuk gibi yakınlarımda uyukluyor.

   Kapı bir iki defa nazikçe vuruldu. Tavşan uykusundaki annem bir panikle ayaklandı. Kapının dışından gelen tanıdık sesi duyunca hafifçe araladı. Üst komşumuz ….. teyze gelmiş: “Bizim çocuklar sizin radyoyu rica ediyorlar” dedi. Yüreğim ayaklandı sanki göğsümü yarıp dışarı çıkacakmış gibi sızladı. Annem döndü bana baktı. Kelimelerimin boğazına basılmıştı. Ses çıkartmadım. Lakin on yaşındaki bir çocuğun takınacağı en keskin tavırla “olmaz” der gibi baktım. Hangi anne evladını tanımaz ki? Annem çıkmayan sesimi duymuştu. …. Teyzeye “Sizin çocuklara söyle bize buyursunlar” dedi. Kapı kapandı. Her şey çok kısa zamanda az önceki haline geri döndü. Annemin gözleri kapandı, uykuya yürüdü. Ben radyonun yanına usul usul yanaştım. Radyo, siyah ve kalın sapından duvardaki büyükçe bir çivide torba misali asılı duruyordu. Uzun ince göstergesinde bir sağa, bir sola hareket eden kırmızı küçük bir çubukla kısa dalgadan TRT’yi buldum. Aslında benimkisi seçenekten muaf bir aramaydı. Çünkü şimdinin özel radyoları o vakit zihinlerde bir hayal bile değildi.

   Çubuklu forma az sonra sahne alacaktı. Karşısındaki takımsa bir önceki yılın hem Avrupa şampiyonuydu hem de Fransa liginin şampiyonuydu. Kadrosu Fransa Milli Takımının en gözde oyuncularıyla bezenmişti. Bir önceki hafta sonu sabah kahvaltısına alınmış ekmekle birlikte gelen gazetede daha neler neler yazıyordu. Bir tek şerefli bir mağlubiyet için diyanetten dua istenmemişti. Lakin ben sevgilimi sevmeye başladığım ilk gün öğrendim ki; karşımıza kim çıkarsa çıksın biz hep kazanmaya çıkarız… İlk gün öğrendiğim bu inanç yüklü düstur, bugün kocaman bir çınar olup hala gökyüzünün sonsuzluğuna boy atmaktadır. İlk orada duymuştum Bordeaux(Bordo) adını. Fran(hır)sızdılar. Sonrada bir daha hiç unutmadım, onların bizi unutmadığı gibi. Spikerin Kadıköy’den çok uzakta olduğuna bizi inandıran hışırtılı sesiyle Bordo’dan bildirdiğini ifade ediyordu. Radyoya olan yakınlığım giderek artıyordu. Kaleden ileri uça, bir baştan ötekine spikerin sesi ile futbolcuların isimleri sayıldı. Radyonun yüzüne bakıp sahayı anbean görüyor gibiydim. Tribünler, takımların sahadaki yayılışı, para atışı, her şeyi, her şeyi zihnimin hayal ırmağında yüzdürüyordum. Yatarak ve kayarak yapılan müdahaleyi, sağdan derinlemesine gönderilen pası, kafa ile kendi ceza sahasından uzaklaştırılan topu, demarke vaziyetteki arkadaşını görmeyen orta saha oyuncusunu, soldan ve çizgiye paralel bir şekilde gelişen atağı eksiksiz bir şekilde aklımın suni sahasında oynatıyordum. Sanıyorum tırnaklarımı yiye yiye bitirdiğim ilk maçtı. Her golden sonra annemi uyandırmamak için çığlıklarımı içimde biriktiriyordum. Ama rahmetli Hüseyin’in attığı üçüncü golden sonra çığlıklarımın önündeki set yerle yeksan olmuştu. İçimdeki duvar yıkılmıştı. Annem gibi tüm sokak muhtemelen sesimden irkilmişti. Yine ağlıyordum. O zamanlar sevgilim kazansa da, kaybetse de ağlıyordum. Çünkü ben onu, onun için ağlayacak kadar (çok) seviyordum.

 
                                                              
                                                             ***

   İçime o kadar çok işlemiş ki bu sevgi bazen ben bile kendimden korkuyorum. Geçenlerde iş yerinde biri, açık tenli sarışın bir arkadaşına sesleniyordu:
-Sarııııııı, diye.
    Yüreğimden kopa kopa bende tüm göğüs boşluğumu dolduracak şekilde cevap verdim:
-laciveeeeert… 

                                                             ***

   İki gündür birileri bizim hakkımızda hiç de hoş olmayan ithamlarla evimizin kapısını çalıyorlar. Çekildik bir kenara bekliyoruz; lacivert gecelerin, sarı aydınlık sabahı vardır diyerek. Suskunluğumuz, sütü döktüğümüzden değildir. Kesilecekse eğer parmağımız, şeriatın bıçağıyla olsun. Kıldan incedir boynumuz, varsa kusurumuz. Ancak yegâne suçumuz; bizden gayri herkesin bir olduğu bir yerde, bir bir yenmekse sıradakini sıkma yüreğini “buymuş sıradaki” der bunu da yeneriz elbet Kanaryam. 

   Yoksa sen nereye gidersen git arkanı dönüp baktığında bizi peşinde göreceksin. Senin gittiğin her yer bize bahardır, gülistandır. Senin durduğun yer neresiyse orası liglerin süperidir. Biz seni şampiyon oldun, olacaksın diye değil sadece kendi şampiyonluğuna oynadığın için sevdik. Sen onlara benzemedin, benzemeyeceksin diye sevdik. Biz senin cumhuriyetinin sevdalıları; birileri seni her akşam yıksa da, tarumar etse de, varlığını ateşe de verse bilsinler ki uyandıkları her sabah karşılarında yeniden, yıkılmadan, yenilmeden ayakta dimdik kalmış seni bulacaklardır.

   Çünkü biz seni, senin için ağlayacak kadar çok seviyoruz sevgilim...

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   05.07.2011