89 yılındaki rekor sayıda atılan golle gelen şampiyonluğun üstünden altı sene geçmiş ve şampiyonsuzluğun içimizi yakan hasreti ruhumuzu yıpratmıştı. 96 yılının 5 Mayıs günü Trabzon Avni Aker Stadı’nda maç başladığında (o an başlayan maç hariç) ligin bitimine artık sadece iki hafta kalmıştı. Trabzonspor’un maç başında iki puan önde olması yetmiyormuş gibi bir de üstüne ilk yarıda gol yemiştik. Soyunma odasına 1-0 geride giriyorduk. İkinci yarı başlarken statta birer metre ara ile neredeyse yan yana duran takım bayraklarından sadece kanaryamın bayrağının dalgalanması haricinde her şey aleyhimizeymiş gibi duruyordu. İkinci yarıda önce İmparator (4), ardından da Kral’ın maçın bitimine sekiz dakika kala attığı golle maçı 1-2 kazanıyorduk.
Yıl 88. Yazın sonu gelmek üzere, sonbaharı selamlamaya hazırlanıyoruz. O dönemlerde ortaokul diye bir kavram var ve ben ortaokulun son sınıfındayım. Yanlış hatırlamıyorsam bir önceki futbol sezonunu 8. sırada tamamlamışız. Bir tek Rıdvan Dilmen’in varlığı ile avunduğumuz bir sezonu çok şükür bitirmişiz. Artık yeni bir sezon, yeni bir ümit ve yepyeni bir takımı heyecanla bekliyoruz. Birçok transfer yapılmış. "Bu kadar toplama bir takımdan hiçbir şey olmaz" söylemlerini okuyorum gazetelerin spor sayfalarından. O zamanlarda biz gazetelerin önce arkasını çevirir ve bir sayfa açar oradan başlardık okumaya. Dönemin en popüler gazetesi Milliyet ve onun spor sayfalarında okumak için aradığım isim ‘İslam Çupi’. İslam Baba’nın cümleleriyle duvarlarını ördüğü Fenerbahçe sınıflarında taraftarlık dersleri aldığımız dönemler.

Takıma on yeni isim transfer edilmişti. Bir önceki yılın kupa şampiyonu Sakaryaspor’un dört önemli ismi artık “Çubuklu Forma”(1) için mücadele edecekti. Turhan, Serdar, Oğuz ve Aykut Fenerbahçe posterlerinin en güzel renkleri olmaya adaydı. O toplama takım, dört işlemde zayıf olanların sayamayacağı kadar çok gol (2) atarak 88/89 yılının futbol mevsiminin sonunda şampiyonluk ipini göğüslemişti. Ligin başına tekrar geri dönecek olursak; o kıymetli dört transferden biri olan Aykut ligin ilk maçına antrenman eksiği nedeniyle maçı yedek kulübesinden seyrederek sezona başlamıştı. Rize maçının ilk yarısı golsüz berabere bitmiş ve aklımızı bir önceki yılın kötü hatıraları kaplamıştı. O tarihlerde birçok maçı ancak radyodan takip edebiliyorduk. Radyodaki spiker, ikinci yarı başlarken Aykut’un oyuna girdiğini ve maç sonunda stattaki skor tabelasında da 5-0 yazdığını söylemişti. Takım lige fırtına gibi girmiş ve ilk maçın kazanılmasındaki en belirleyici etken Aykut olmuştu. Beş golün dördü Aykut’tan gelmişti. İşte o Aykut, kocaman sayıda goller atarak ligin sonunda gol kralı-da olmuştu(3).
Artık o sarı lacivert tribünlerin "Kral Aykut, Kral Aykut, Kral Aykut" diye seslenerek maç öncesi tribünlere çağırdı bir isimdi. Çocukluk, gençlik ateşiyle isterdik ki biz onu tribünlere çağırdığımızda içimizdeki ateşi bir kat, bin kat daha alevlendirecek hareketler yapsın. Oysaki Kral bugünkü naif duruşunu o günlerde de gösterirdi ve tribünlerin önüne kadar gelir ve formasının göğüs hizasındaki Fenerbahçe armasını öperek bizi selamlardı. Hem onun kendine has bu duruşunu severdik, hem de bizi “yoldan çıkartmayan” sakinliğine içten içe kızardık. Yine de bilirdik ki O, o armayı sevdiği için öperdi…
Birçok futbolcu birbirlerinin attıkları gollere benzer goller atardı ama kimse Aykut gibi atamazdı. Kendine has bir stili vardı: “Bu golü sadece Aykut atar” dediğimiz. Aut çizgisine kadar iner, oradan kalecinin tahayyül edemeyeceği yere, kalenin tavanına doğru topu çakarak gol yapardı. Ceza sahasında kaleye sırtı dönük topla buluştuğunda, biz çoktan kralın atacağı yeni gole sevinirdik. O’da topu alır, aniden döner ve kalecinin uzanamayacağı köşeye topu bırakırdı. Bir gün, ceza sahasında topla buluştuğu an yerdeki topu havaya kaldırdı. Sadece maçı seyreden bizler değil tüm rakip savunma efsunlanmış gibi ona bakıyordu. Çünkü bu çok beklenir bir hareket değildi. Ardından havalanan topu kendisine doğru hareketlenen kalecinin üstünden aşırtma bir kafa vuruşu ile tüm rakip takım oyuncularını çaresizliğe sürüklerken, bize-de yepyeni bir tarz ile atılmış golün sevincini bırakıyordu.
O maçı şirkette, depoda, tek başıma seyrediyordum. Kral’ın golü ile yumruğumu havaya kaldırdığımda hem acıdan, hem de sevinçten artık ağlıyordum. Deponun alçak tavanını unutmuş ve yumruğumu tavana bir çivi gibi çakmıştım. Deponun yanında Stüdyo-3’de Şansal Büyüka ile Rıdvan Dilmen Kanal D’de program yapıyorlardı. Maç bitti ve Rıdvan Dilmen stüdyodan çıktı. Karşı karşıya geldik. “Telefon var mı yakınlarda?” diye sordu. “Buyur abi, bu taraftan” dedim ve depoya doğru yönlendirdim. O, Rıdvan Dilmen benim futbol idollerimden biriydi. Buradan geri dönüşün olmayacağını, şampiyonluğa giden geçidin dar, yıpratıcı ve tehlikeli virajını döndüğümüze yürekten inanmıştım. Yine de bir güzelin onayına muhtaç gibi ve belki de “evet” demesi için yalvarır bir ifade ile “Rıdvan Abi, artık şampiyonuz değil mi?” diyebilmiştim. Bugün bile şampiyonluğun habercisi olan galibiyeti ilk Rıdvan Dilmen’le paylaşma anını hatırladıkça içimi ısıtan o keyfi, bir dost gibi kendi sonsuzluğuma kadar anılarımı biriktirdiğim zihnimde tutacağım. Yine de “Abi sana bir sarılabilir miyim?” demeye cesaret edememek, yüreğimde hep pişmanlık dolu bir çekingenlik olarak duracak.
Şampiyonluğun muştusunu getiren golleri atan İmparator ve Kral, lig sonunda takımdan uzaklaştırılıyordu. Yedi koca sezonun sonunda gelen şampiyonluğun sevinci kursağımızda bir düğüm gibi kalakalmıştı. Kral’ın gidişine sebep olarak gösterilen bahanelerden bir ise Trabzon maçının sonunda söylediği sözlerdi. Şöyle diyordu Aykut, "Bütün sezon uğraşıyorsunuz, bütün emekleriniz tek maçla heba oluyor, kendi galibiyetimize seviniyorum ama Trabzonlu arkadaşlarım için de üzülüyorum…"
Artık Kralsız bir ülkenin mahzun çocuklarıydık. Çubuklu forma giymiş on bir adam yeni sezonda sahaya çıkıyordu ama biz sevgililer için hep iki kişi eksiklerdi. Uzaklaştırıldıklarının ertesi yılında hem Kral, hem de İmparator İstanbulspor’da futbol hayatlarını sürdürmeye devam ediyorlardı. Sanıyorum 97 yılının nisan ayıydı. Fikstür İstanbulspor-Fenerbahçe maçını gösteriyordu. Bir gündüz maçında, (belki de konum olarak dünyanın en güzel stadında) İnönü’de iki takım karşı karşıya gelecek ve sevgililer artık farklı renkte formalar giyiniyor da olsalar buluşacaklardı. Dolmabahçe’de bir araya gelen mahşeri kalabalık Fenerbahçe’yi seyretmekten öte İmparator’unu ve Kral’ını selamlamak için toplanmışlardı. Ne yaptıysam maça girecek bileti bulamamıştım. Yüzüm yerde, şeref tribününün olduğu taraftan Taksim’e doğru yürümeye niyetlenmiştim. “Onları oynarken bir daha seyretmek, demek ki nasip değilmiş” diye düşünüyordum. Birden stat dışında kalmış kalabalığın akın akın bir yere doğru koşuşturduğunu gördüm. O tarihlerde kaba inşaatı neredeyse bitmiş olan ve stadın “Yeni Açık” diye adlandırılan tribünlerinin ardında kalan (İstanbul’un en çirkin binalarından biri) Süzer Plaza’nın şantiyesine doğru taraftar hücuma kalkmıştı. Güvenlik görevlilerinin “giremezsiniz, yasak, olmaz” demelerine aldırış etmeyen benim gibi binlerce sevdalıyla birlikte inşaatı ele geçirmiştik. İnönü stadının artık beşinci tribünüydük. Sahanın etrafını saran diğer dört tribünle karşılıklı tezahüratlar söylüyorduk. Kaba inşaatın en üst katında (5) ve en uçta oturuyordum. İki takımda ısınmak için sahanın çimlerine ayak bastığında tribünlere davet edilen sadece iki isim vardı: Kral ve İmparator. Bulunduğumuz yerden sahadaki futbolcular sadece bir nokta kadar görünüyorlardı ama ben her ikisinin de futbol topuna o sihirli dokunuşlarını yıllarca seyrede seyrede ezberime almıştım. Ne vakit top Kral’ın ya da İmparator’un ayağına gelse bir daha onları canlı canlı seyredemeyeceğimi bilir gibi her hareketlerini aklıma işliyordum. Futbol sanatının en güzide iki ustasıydı onlar. O gün maç berabere bitmişti. Belki de Kanaryamın puan kaybına ilk defa üzülmemiştim. Onları o kadar çok özlemiştik ki maçın skorundan çok uzakta, yüreğimizin derinlerine bıraktıkları mecburi ayrılıklarının hüznünü büyütüyorduk.
Aykut Kocaman, çubuklu formayı sırtına giydiği ilk sezon nasıl bizi şampiyonluğa taşımışsa vedasını da şampiyonluk kupasını Kadıköy’e getirerek yapmıştı. Bir gün geri geleceğine hepimiz inanmıştık. O’nu gönderen bir daha Başkanlık koltuğuna oturamayacaktı ama O, gidişi ile boş bıraktığı tahtına elbet bir gün geri kavuşacaktı. Kavuştu da zaten.
Şampiyon geldi, şampiyon gitti, şampiyonlukla geri döndü. 96 yılında attığı golle şampiyonluğu Şenol Güneş’li Trabzon’un elinden çekip almıştı ve 2011’de geri döndüğünde kaldığı yerden devam etti. Kocaman umutlarımızın sahibi; kiminin kâbusu, bizimse rüyamız oldu…
Şampiyonluk sonrasında bile yumruğunu havaya kaldırarak sevinmekten ar eden Kocaman yürekli adam "Aykut Kocaman, bu ülkenin futbol çölünde bir vahadır"(6)
Futbolculuk dönemlerinde ne zaman onu sahada görsem yüreğim huzur bulurdu. O, elbet bir yolunu bulur, bizi sevindirecek golü atar, derdim. Galatasaray’ın efsanelerinden rahmetli Metin Oktay soyunma odasından çıkmadan, tribünlerdeki taraftarlarını kastederek takıma şöyle seslenirmiş: “Bizi sevenleri üzmeyelim arkadaşlar”. Metin Oktay’ın dilinde hayat bulan o duru geleneğin, renklere olan aşkın, samimi takım sevgisinin bugün için son temsilcisi Aykut Kocaman’ın da dediği gibi: “Bana inanları mahcup etmediğim için çok mutluyum”. Biz de seninle mutluyuz Kral…
Sen bizim Kocaman gururumuzsun…
Saygılarımla,
m.fatih aydemir
27.05.2011
(1) Fenerbahçe Spor Kulübü’nün dikine çizgili sarı lacivert renkli efsane formasıdır.
(2) Fenerbahçe, Türkiye 1.Ligi (Süper Lig) 103 golle 1988/89 Sezonu Şampiyonu
(3) Aykut Kocaman, Türkiye 1.Ligi (Süper Lig) 1988/89 sezonu gol kralı-29 gol
(4) Fenerbahçe tribünlerinin İmparator olarak adlandırdığı futbolcu Oğuz Çetin.
(5) Süzer Plaza’nın yüksekliği 118m.
(6) Barış Tut’un 2004 yılında yayınlanan "Kocaman Bir Adam Sıradışı Bir Teknik Direktörün Portresi" adlı kitabının arka kapaktaki tanıtım yazısının ilk cümlesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder