Sayfalar

5 Temmuz 2013 Cuma

birand


- Fatih, oyunu bırakıp nereye gidiyorsun?
- Eve gidiyorum. Belgesel seyredeceğim.
- Ne belgeseli be? Gel hadi!
- Demirkırat!
- Demirkırat’da nedir yahu?..
“Bu ülkede işlerin yolunda gidebilmesi için her 10 yılda bir darbe gerekir. Yoksa bu millet adam olmaz. Zaten vakti de geldi…” diyenleri duyuyordum. 1960’da başlayan arsız, hadsiz “balans ayarı” süreci 70’li ve 80’lı yıllarda da devam etmişti. Son darbeden bu yana on koca yıldan fazla zaman geçmiş ve 1991 yılı takviminden yapraklar kuruyup dökülmekteydi. Artık yeni bir yersizliğin, gözünü açanların gözüne vurmanın sırası gelmişti…
Kimi zaman evimizde küçük harflerle bezenmiş kelimelerden ürkek cümleler kurulurdu. Bu tedirgin sohbetlerin içinde “Menderes” diye bir isim duyardım. Neydi, kimdi bu Menderese?.. Yıllar ilerledikçe Menderes’i de, arkadaşlarını da, “Yeter Söz Milletin” haykırışına sarılanları da ve ardından da başlarına getirilen talihsizlikleri de daha fazla öğreniyor ve anlıyordum. Lakin ürkek cümlelerden öğrendiklerim, merak dünyamdaki tatmin çizgisinden çok geride ve aşağıda kalıyor, yetersizlik çölünün kuraklığında yok olup gidiyordu. Kulak kabarttığım o ürkek cümlelerin yenildiği korkunun müsebbibi neydi acaba?
Büyüklerimizin kendi gölgelerinden endişe ederek sadece evin içinde bahsettiği konuyu, top sakalının verdiği ilk izlenimle bizim dünya görüşünden uzak olduğuna inandığımız bir adam TV’de tüm Türkiye’ye anlatacağını iddia ediyordu. Demirkırat işte bu iddianın adıydı. 1991 yılında, henüz lise yıllarımın başında, beni arkadaşlarımdan haftalarca uzak tutan ve Türkiye’nin yakın tarihini, o tarihin hiçte inkılap kitaplarında anlatıldığı gibi olmadığını (bizim evimizdekinin tam tersine) yürekli bir haykırışla ifade eden belgeseldi Demirkırat. O belgeselin yapımcısını ilk kez o zamanlar görmüş ve içimde Birand’a karşı müspet duygular o günlerde yeşermişti. Çünkü bu adamın imajı bizden (bizden ne demekse) değildi ama anlattıkları bizim bildiğimiz ama geri durduğumuz, çekindiğimiz, korktuğumuz ve söyleyemediğimiz doğrulardı… 
Aradan yıllar geçti. 2003 yılında Cnn Türk ile Kanal D aynı binada bir araya gelince, top sakallı, kel denilecek kadar seyrek saçlı ve aksak adamla çalışmaya başladık. Yeri geldi yaptığımız işten çok memnun oldu ve “aferin be çocuklar, bravo!” dedi, yeri geldi “beni dinlemiyorsunuz!” diye sinirlendi. Lakin sinirliliğinin ölçüsü sığ, etkisiyse kısa süreliydi. 



Yaşayanlar anlatır; Birand bir gün Ana Haber’den önce stüdyonun sıcaklığından şikâyet ediyormuş. Havalandırmadan sorumlu arkadaşın dâhili telefonunu istemiş: “Verin numarayı ben arayacağım” demiş. O an havalandırmadan sorumlu teknisyen arkadaş yükseltilmiş zeminin altında, itiş kakış bir yerde, zor bela bir arızayla uğraşıyormuş. Telefonu çalınca ekrana bak-a-madan açmış. Mehmet Ali Bey’de kendini tanıtmadan konuşmaya başlamış:
-Haber Stüdyosunun klimaları neden kapalı?
Bu sorusuna sert bir ses tonu ve keskin bir üslupla cevap almış: 
-Hayır kapalı değil. Açık!
-Açık değil çocuğum kapalı. İçerisi hamam gibi olmuş.
-Ben açtım, biliyorum, açık klimalar.
Ana Haber’in başlamasına dakikalar kalmıştır. Bu kez Birand’da aynı üslupla karşılık vermiş:
-Eşek herif kapalı diyorsam kapalıdır. Gel de kendin bak!
Bunun üstüne Birand hiç beklemediği bir şekilde karşılık alır:
-Sensiz lan o! Neredesin lan sen? Söyle hemen geliyorum yanına. Bir yere gitme geliyorum.
Birand:
-Gel, gel haber stüdyosundayım, demiş.

Teknisyen arkadaş stüdyodan önce Haber rejiye gitmiş. Tüm ekip açık mikrofonlardan konuşmaya şahit olmuş ve herkes kahkahalar içinde yaşananları bir kez daha birbirlerine anlatıp gülüyorlarmış.
-Ali sen ne yaptın oğlum? Kiminle konuştuğunu biliyor musun? Telefonda konuştuğun Birand’dı…

Ertesi gün olur ve Ali, Birand’ın yanına gider. “Kusura bakmayın efendim, ben sizin sesinizi tanıyamadım. Zor bir yerde çalışıyordum. Öyle söylemek istemezdim” der. Birand gülümseyerek “Çocuğum tanımadığın halde neden böyle konuşuyorsun?” diye cevap verince Ali bu kez üste çıkan bir ifadeyle “Siz de telefon açtığınızda kendinizi tanıtmadınız. Ben Birand, deseydiniz ben de size böyle karşılık vermezdim” demiş. Birand:
-Haklısın. Doğru söylüyorsun, diye cevap vermiş. 
Birkaç yıl önce Haber Merkezi’nden aradılar: “Birand, stüdyonun ışığından mutlu değil. Elden geçirmenizi istiyor ve akşamda bültenden önce stüdyoya girmeden seninle konuşmak istiyor” dediler. Bunu üzerine gün içinde istediği değişiklikleri yaptık. Ana Haber’in başlamasına birkaç dakika kala haber stüdyosunun olduğu koridorda Birand’ın gelmesini bekliyordum. Koridorun diğer ucunda kendisini görünce ona doğru yürüdüm. Aynı gün internet sitelerinden Birand’ın dede olduğu bilgisini almıştık. Yanına varınca:
-Mehmet Ali Bey, tebrik ederim. Bugün torununuz olmuş, dedim. Ardından da bir iki cümleyle stüdyoda yaptığımız değişiklikleri ve iyileştirmeleri anlattım. Yürürken elini omuzuma attı, şenlik yapılan bir meydandan yükselen coşkulu, neşeli, keyifli çocukların sesinden yapılmış atlara binen kelimelerden kurulu bir cümleler döküldü ağzından: “Fatih, dünya yıkılsa umurumda değil. Bugün benim torunum oldu. Çok mutluyum çok. İyi de olsa, kötü de olsa bugün hiçbir şey beni bu duygudan daha fazla ilgilendirmiyor” dedi ve stüdyoya girdi. Onun, yegâne beyaz cam içinde yaşayan sanal bir varlık olmadığını, nev-i şahsına münhasır ve içten tavrının haberlere bakışı ve yorumuyla sınırlı kalmadığını, dünya liderleriyle özel röportaj yapan adamında bizim gibi gerçek bir yürek taşıdığını görmüştüm. Kartondan bir adam değildi Birand. Görüntüye aldanmanın ne kadar aptalca olduğunu hiç farkına varmadan bana öğretmişti. 1991 yılından sonra bir kez daha şaşırtmış ve onca yıl sonra ona karşı içimde tomurcuklanan müspet duyguların boş olmadığını gün gibi ortaya koymuştu.

Geçen hafta Cuma günü Birand’ın vefat haberini duyduğumdan beri düşünüyorum. Çünkü içimde onun adına gezinen sızının sebebini arıyorum. Dün yıllardır onun makyajını yapan Aslıhan ablayla konuşuyorduk. Şöyle bir cümleye vardık sohbetin sonunda: Birand’ı düşündüğümüzden de çok seviyormuşuz. Yazık ki bunu terk-i dünya eyledikten sonra anladık. Bunu ona söyle-ye-memiş olmanın acısını da bize miras bırakıp gitti…

Ne yazık ki bu sektör içinde var olan insanların bir ekran yüzüne giderek “sizi seviyorum” demesi çok da makbul görülmüyor. Samimiyetiniz sorgulanacak olması yüreğinizdekileri saklamanıza sebebiyet veriyor. Hele ki biz yakın sevdiklerimize bunu söylemekten imtina ederken, bunu nasıl bir başkasına diyebiliriz! 

Birand’ın dünya görüşünü, işini yapma şeklini, haberleri sunumunu, siyasi tavrını beğenmeye bilirsiniz lakin sizde en az benim/bizler kadar tanımış olsaydınız bu hoşnutsuzluklarınızı bir kenara bırakarak gidişine üzülürdünüz. Devir, ukalaların, kendini beğenmişlerin, her şeyi bildiğini sananların, egosu yüksekte gezinenlerin devri ya… Öyle değildi Birand, dinlerdi ki bu devirde dinleyen bir üst bulmak pekte kolay değildir. Ufkunuzu açmak için sorular sorardı. Tavsiyeler verirdi. Öğretmendi ama dolu bir başak gibi dururdu…

Yukarıdakileri yazmak için kaç gündür zihnimin heybesinden düşenleri topluyorum, zaman bulmaya çabalıyorum. Bu bekleyişimin kendi içinde bir hayır varmış demek ki, oda Birand’a bu kutlu günde bir kez daha rahmet dilemek içinmiş. Kullandığı tüm “eeeeee” leri bu denli sempatik kullanabilecek kaç kişi daha var ki şu hayatta? Allah rahmetiyle yargılasın seni…

saygılarımla,
m.fatih aydemir
23.01.2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder