Sayfalar

sedat buçak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sedat buçak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Temmuz 2013 Cuma

dayı

Sokağın az büyüğü eninde bir cadde, yine de bir sığıntı gibi kaldırımlara yaslanmış arabalar park etmiş halde duruyor ve aralarında küçük tepecikler oluşturmuş çöp yığınları insanın gözünü yummak isteyeceği kadar kirli. Yetmezmiş gibi bir de caddedeki tüm renklerin canı çekilmiş, somurtkan bir yüzle var olma-ma telaşındalar. Ardına dönüp bakınca istemsiz bir ihtiyaç peşi sıra geliyor; kafayı kaldırıp yüksek binaların arasından gökyüzüne erişmek istiyorsun. Ne mümkün, havucun daralan ucu gibi, caddenin iki yanındaki binaların katları yükseldikçe kafa kafaya vermiş iki güreşçi gibi gökyüzünü gözümüzden mahrum etme derdindeler. Üst katların camına erişen güneş sekerek kaldırımların kenarına, köşesine dokunmakta. Sadece ışığı var. Yoksul çocuklar gibi doğmuş bugün, hiçbir şeyi tam değil. Şubat’ın soğuk, yakıcı maviliği, güneş suyuna batırılarak sarıya boyanmış ama nafile. Çünkü Şubat adam gibi Şubat. Soğuk işte.


Kaldırım taşlarının altına sinsice saklanmış kirli sulardan kaçıp kurtulan şehrin erkekleri bir kahvehanenin içine sığınmışlar. Sobanın başında bir yandan çaylarını yudumluyorlar, bir yandan da o şehrin eşrafından olmadığı her halinden belli adamın hararetle anlattıklarını pür dikkat dinliyorlar. Dinleyenlerden her an yeni bir nida yükseliyor ya da o sert duruşlarından beklenmeyen derin kahkahalar sarıyor kahvehanenin duvarlarını. O hararetli sohbetin sahibi, kendini dinleyenlerle kırk yıllık ahbapmış gibi anlattıkça anlatıyor. Müritlerini etrafına toplamış bir şeyh gibi her türlü yabancılıktan münezzeh bir tavırla sohbet ediyor. Hem de ne sohbet, kahvecinin çayından da iyi demliyor mekanı. O kadar mahrem sorular soruyor ki o yeni tanışlarına, sanki efsun yüklü cümleleri, hepsi sihirli bir değnek dokunmuş gibi sadece dinliyor. Onunla beraber olan ve dinleyici halkasının en dışında duran üç genç endişeli bir halde etraflarına bakınıyorlar. İçeride kaç kişi var? Kahvehanenin kapısı içe mi, dışa mı açılıyor? Çıkınca hangi yöne gitmek daha doğru?.. Bu sorular, bu tehlikeli sularda gezinen hasbihal bu topraklar için sert, pirinalarla yüzmek gibi. Tanımadığını bırak tanıdığına sormaktan imtina edeceğin sorular lakin o boyu, boynu uzun ve zayıf adam kendi evindeymiş kadar rahat, içten ve kesintisin konuşuyor. Enteresan olan ne biliyor musun? Kimse de bu sorulanlardan, anlatılanlardan, itirazlarından rahatsız değil. En fazla “yok öyle bir şey” deyip geçiyorlar. Kimsenin zihninde bir menfi düşünde birikmediği yüzlerine düşüyor.

Gençler, biraz yalvararak, çokça “ya geç kalırsak” korkusuyla, dilenir gibi:
-Dayı kalkalım mı? dediler. Bak uçağı kaçırırsak bugün daha gidemeyiz. Yarında bayram ve tüm uçaklar üç, dört gün boyunca dopdolu. Sakata gelmeyelim. Bayram da evde olalım.
Kahvehanedekiler bir gençlere baktı, bir de sohbetin sahibi dayıya, hiçte yeğenlerine benzemiyordular. Dayı onun isminin de önünde bir isimdi. Kahvehanedekiler hep bir ağızdan “Dayı bee! Bi çay daha için, sonra kalkarsınız” dediler.
Dayı ayağa kalktı. Kahvehanenin kapısına doğru yürüdü ve o daracık gökyüzünden havaya doğru baktı:
-Uçak zaten gelmemiş, dedi. Sizde biliyorsunuz, beraber Havaalanından gelmiyor muyuz? Gelirse buradan geçerken ya görürüz ya da sesini duyarız. Aha bak taksici abide burada bizi bekliyor. Atlar gideriz…
Camın kenarından geri döndü, sandalyesine oturdu. Kahveciye seslendi: 
-Şu sobaya iki odun daha at. Bu nasıl misafirperverliktir? İki saattir burada ‘biz senin bildiğin gibi değiliz’ diyorsunuz bir de, dedi.
Kahkaha sesleri tekrar kahvehanenin boş masalarını, karanlığa düşmüş köşelerini, şehrin manzaralarıyla dolu duvarlarını dolaşıp sohbete dahil oldu. Dayının o samimiyeti, sobadan taşıp etraflarını saran sıcaklığın kardeşiydi. O anlattı, onlar dinledi…


Yukarıda anlattıklarım; 1997 yılının Şubat ayında, Ramazan Bayramının Arife gününde, Diyarbakır’da, şehrin varoşlarındaki bir kahvehanede İbrahim Tolu, Hakan Kutluata, ben ve bir kişi daha (onu tam anımsayamıyorum ve affına sığınıyorum) yaşadığımız bir olaydı.

28 Ocak 2013 sabahı uyandığımda telefonumda gördüğüm mesaj ile bir çok an, anı birbirlerinin üstüne basa basa zihnime hücum ettiler. Önce “vay be” ve ardından “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi Raciûn” diyebildim. Yanılmıyorsam geçtiğimiz Aralık ayında, yine onu son yolculuğuna uğurladığımız Şakirin Camii’nin bahçesinde dünya gözüyle son kez görmüştüm. Her zaman ki gibi yine elinden öpmüş, son kez gördüğümüzü bilmeden, son bir kez daha sarılmadan, sıradan bir ayrılışla vedalaşmıştık. Daha fazlası kısmet değilmiş…

Lakin şimdi hepimize taktığın lakaplarımızla, kendi ismimizi ve ortak tanıdıklarımızın gerçek isimlerini unutacak kadar sıklıkla tekrarladığın isimlerimizle sana selam ediyoruz. Bir Azeri Türküsünde denildiği gibi Dayıcığım sana tüm arkadaşlardan selam getirmişem: 

Şehriyarın şeherinden
Ayyıldızlı seherinden
Size selam, size selam getirmişem… 

Mühürcülerin başı Fatih Mühürdar’dan, Beyin Tümörü Timur’dan, İzolda Şeker’den, İzi Hüseyin’den, Tartar’dan, Muhtar Mello’ya ve Profesörden, Burhaneddin Bigalı’dan, Aman Asım’dan, Yedi denizde palet sallamış milli dalgıçlarımızdan Ahmet Dalgıç’a ve Rosemary’den, Ali Midnight’dan, Michelin Lastik Adamı Birol’a ve daha hepsini asla bilemeyeceğim tüm abilerden, arkadaşlardan, kardeşlerden sana selam getirmişem İbrahim Abi. Senden bizden selam götür Dayıcığım; Sevgili Muammer Kardeşime, Besim Kemal’e, Atilla Abiye, Yavuz Abiye selam götür…
Ümit ederim her şey yolunda ve büyük şair Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibidir:
“Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.”

Her birimize taktığın ismi, hiçbir zaman şaşırmadan nasıl söyledin be Dayı…

Saygılarımla,
m.fatih aydemir
07.02.2013