Her birimiz için nasip edilen farklı bir günde gözlerimizi açtığımızda dünyaya ana göğsündeki memeye sarıldığımız gibi sarıldık sana. Kayıtsız ve yargısız önümüze gelen ucundan, (çok zamanda) bizden öncekilerin tuttuğu uçtan, kenarından köşesinden, can damarından, en kederli, en huzurlu yerinden sarıldık. Nasibimiz neresiyse oradan sarıldık, tutunduk sana ama tuttuğumuz yerin varlığından bağımsız olarak sevdik seni. Lakin her birimizin tutunduğu yer farklı olunca sevgimizin içeriği, anlamı, şekli, tezahürü, temaşası ve damakta bıraktığı tadı da, acısı da farklı oldu. Fakat bir hakikat var ki nihayetinde seni sevdik, sevmeye de devam edeceğimize gönülden yemin ettik.
Sevdamız hasta olduğundaki tedavi reçetemiz de, neş’e ye gark olduğundaki bayram coşkularımızı yaşama ritüellerimiz de birbirinden uzakmış gibi duruyordu ancak mevzunun ana damarına, yüreklerimizin derinine, olayın bidayetine de, nihayetine de uzandığımızda biz bu ülkeyi seven, sevdalı çocuklardık. Bu mübarek topraklara yönelik; yöntemimiz, yolumuz, yorumumuz-yordamımız, yakarışımız, yalvarışımız, yorgunluğumuz, yaralarımız birbirine denk gelmese de, sevdalandığımız yar (ne güzeldir ki) aynıydı. Aykırı çocukların ülkesi olmuştu bu topraklar ama aynı horonun, halayın el ele tutuşmuş çemberi de olmuştu. Tutuşmak ne güzel bir ifade öyle değil mi? Biz aynı ateşte tutuşmuş çocukların ülkesindeniz. Bu topraklarda ne zaman bir yangın çıksa hep beraber yandık, farklı olduğunu düşündüklerimizle…
Bugün Yemen Türküsü sende yürek burkmuyorsa, bugün tek başına bile olsa “Bir başkadır benim memleketim” şarkısı seni mutlu kılmıyorsa, açık bir gecede ay hilale dönmüşken gökyüzünde yanına varmayan yıldıza gönül koymuyorsan zor anlaşırız be kardeşim seninle… Yine de bil isterim sadece senin suçun değil bugün olanlar. Mahpusa giderken beni de iste yanına. Neden böyle oluyor biliyor musun? Ana nedenlerden biri hangisi biliyor musun? Muhammed Celaleddin’in Mevlana künyesiyle sanal alem için çok güzel sözler üreten biri sanıyoruz. Emre, Yunus’un soyadı mı? diye, soruyoruz birbirimize. Hacı Bayram’ı Ankara’da bir semt ve Hacı Bektaş-ı Veli’yi de dini hafife almak için uydurulan fıkraların değişmez kahramanıdır, sanıyoruz. Bundandır diye düşündüm ben, sen ne dersin be arkadaş?
Ha bu arada duydun mu, Ankara'daki semt sakinlerinden Hacı Bayram(-ı Veli) ne diyor? “Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.”…
Sevgili arkadaşım, şimdi benden uzağa kaçmak için, itmek için beni öteye ve belki de en acısı beni varlığından soğutmak için sana yakışmayanı yapmaya kalkma! Bak bakalım son bir haftada yaptığın paylaşımların içeriği hangi arkadaşlarına kahkahalar arttırırken, kaç arkadaşının da canını yakmıştır!.. Canını yaktığına misal mi arıyorsun? bana bakabilirsin. Ben, bu “Sanal alemdeki Türkiye'yi” etkileyecek şeyleri yazabilecek dirayetli kelimelerin sahibi değilim. Öylesine kocaman bir misyonun da hiç bir zaman peşine düşmedim. Böylesi bir yiğitlik Koca Yusuf’un karşısında güreşmekten de zor gibi geliyor bana. Ancak hiç olmazsa şuradaki bilmem kaç arkadaşımdan birinin bakışını; daha insancıl, daha munis, daha sevecen, daha halisane, daha makul, daha vicdanlı, daha saygılı, daha daha daha yapabilmesine vesile olabilir miyim? diye bakıyorum. Muhlis bir arkadaşım yok mu benim?..
Ülkemizin üstünde gezinen bu gri bulutların baykuş sesinden yaratılmış gibi tepemizde dolaşmasından hiç mi tedirginlik duymuyoruz? Sırtımıza giydirilmiş öfkenin gömleğini ne vakit bir dervişin sakinlik ve samimiyet ipinden dikilmiş hırkasıyla yer değiştireceğiz?
Lütfen sorularıma "ama" diye başlayan ve ardından da "sen ben, biz siz, yendik yenildik, gol oldu çizgiden çıkarttık, öyle yapmasaydınız böyle olmazdı" diye devam eden cümlelerle karşılık vermeyin...
Ben kendimi sizin arkadaşınız, kardeşiniz sanıyorum yoksa yanıldım mı?..
Bu ülke ne zaman ufukta onu çağıran hayallerini, günlük kavgaların galibi olmak aşkına kurşuna dizmişse %50'nin hangi yarısından olursa olsun %100 mağlup olmuştur, desem bu da mı ofsayt olur be kardeşim?..
Biliyorum derdimi büsbütün anlatamayacağım. Güzel adam M.Akif Ersoy'unda dediği gibi;
Ağlarım,ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım...
Biliyorum zihnimden geçen harflerden adam akıllı cümleler kuramadan kaçıp karanlığa karışacaklar. Ne yapsam hep yarım kalacak içimden geçenler. Olsun be arkadaş içimden geçenler yarım kalsın da, bu mübarek toprakların insanları bir diğer yarısından mahrum kalmasın. Yeter ki bu yalnız ve güzel ülke hiç bir zaman yarım kalmasın. Allah'ın yarattığı sonsuzluğa kadar varlığı, birliği, dirliği her dem daim ve kaim olsun...
Öyle değil mi be arkadaş!..
Saygılarımla,
m.fatih aydemir
04.06.2013
Yemen Türküsü - http://www.youtube.com/watch?v=J3oUIx1VtMw
Bir Başkadır Benim Memleketim - http://www.youtube.com/watch?v=7CzAXX03zvg
m.fatih aydemir'in farklı mecralarda yazılmış, yayımlanmış ve kendine saklayamamış karaladıklarının umuma üryan sanal defteridir.
mehmet akif ersoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mehmet akif ersoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Haziran 2013 Çarşamba
12 Haziran 2013 Çarşamba
gönlümün doğum lekesi
gönlümün doğum lekesi
Mirası yeme sevdasına düşmüş kültürel yozlaşmanın endişesi ile geçen aydan yarım kalmış, söylenmemiş sözler takıldı peşime. İçimden bir ses: “Biz senin zihin arşivinde uzun zamandır bekliyoruz. Her yeni bilgiyi yazdıkça da daha derinlere, hafızanın karanlıklarına gömülüyoruz. Bu korku ile yaşatma bizi. Bu ay yaz bizden bir iki satırda bitsin bu ızdırap” dedi.
Yukarıdaki emri vaki’e mağlup düşmüş zihnimin, biriktirdiklerini sizlerle sere serpe paylaşmaya koyuldum. Nerden mi başlayacağız? Hep o bildiğiniz malum yerden, memleketten çıkalım yola. Oradan başlayınca gerisi gelir elbet.
Ağın’a, Elazığ’a ve aslında klasik ifade ile; bizi biz yapan, bin yıllık zaman teknesinin kültür hamurunda yoğrulan, geleneklerimize olan naçizane tutkularımın sebepleri üzerine, iç dünyamı sorguladığımda, verdiğim ifade; bu geleneklerin daha ziyade yaşandığı taşradan aklıma yoğun hatıralar kazınmasa da, çocukluğumun ilk birkaç hatırasının sahibi mekanlardı. Bu ilk hatıraları, körpe hafızama yeni yeni nakşederken, İstanbul’a gelişimiz ile sanki bir daha çocukluğumu yaşayamayacakmışım gibi bir korku düşmüştü içime. Her duygu gibi, bu korkuda içimde bir başka olguyu yetiştirdi. Bir daha memleketi ve onun gelenek yansımalarını hiç aklımdan ve gönlümden çıkartmadan, benden umulmayan ölçülerle çok sevmeyi büyüttü. Hala da büyütüp adam etmeye çalışıyor.
Yine de sevmek tek başına yetmiyor. Ortaya bir eser koymak için, varolanı korumak içinde emek gerekiyor. Kişi başıma düşen, Ağın başlığı altında toplanmış ve sevdiğimi söylediğim değerleri korumak, yaşatmak adına yapmadıklarım ve yapamadıklarım var. Pişmanlıklarım var. Yüreğimin yargısına intikal ettiği için yorum yapmaktan kaçındığı ezilmişliklerim var. Yine de Fuzuli’nin dediği gibi: Söylesem tesiri yok; susam, gönül razı değil.
Kendisine sunulmuş emanetin altında kalan benim gibiler için, tarih yapraklarından kopardığım bir anekdotu paylaşmak isterim: III.Mustafa döneminde, altı yıldan fazla sadrazamlık yapmış olan Koca Ragıp Paşa; Çok değerli olan kütüphanesini millete vakfetmiştir. Bu değerli hazinesinin bakımı için de tanıdıklarından birini memur tayin eder. Bir gün ansızın kütüphanesini ziyarete giden Paşa, etrafı ve kitapları toz toprak içinde bulunca canı çok sıkılır ve belli etmemeye çalışarak:
-Seni tebrik ederim yavrum, der. Gerçekten de emniyetli bir adammışsın. Teslim edilen şeylere hiç el sürmemişsin, aferin! Daha ben ne diyeyim ki kendime: İçimdeki darağacına çektim, yüreğimi.
Dert adamı söyletir değil mi? Sevgi gelirken, yanına derdi de almadan yola çıkmazmış. Kimin kimle yoldaş olacağını tahmin etmek zor olsa gerek. Hamlığımızı pişirsin, bizi yaksın diye ocağa atılmış çıra; derdin, hasretin ve gönül yarasının çırası değil midir? Hemşerimiz Merhum Fethi Gemuhluoğlu, kendi ifadesi ile bu alemi tarif ettiği ”sağır dünya”daki günlerinin birinde, Türk Petrol Vakfı’na burs için başvuran gençlerle mülakatta bulunuyormuş. Gençlere ‘âşık olup olmadığını’ sorarmış. “yok efendim” diyene, yani bir gönül yarası olmayana burs vermezmiş. Acaba, adam olacak çocuklar; gönlüne batmış kıymıkların, yüreğini sızlatacak ince çiziklerin güneşinde boy verir diye mi düşünmüştür?
Belki diyeceksiniz ki bu düşünce, Fethi Gemuhluoğlu gibi; hayata kafa yoran, yazan ve yaşamın kurmacasını kurcalayan kişilerin fikridir. Bu fikri sahiplere muhaliflik adına, Sadık Yalsızuçanlar’ın bu yaz içinde bir gazetemizde çıkan yazısında şöyle diyor: Bir belgesel çekiminde Rize-Pazar’ın bir dağ köyünde, doksanına yaklaşan bir nine, ekipteki arkadaşlara birer birer sormuştu: ‘Evli misun?’ Birisi, ‘değilim’ dedi. ‘Sevdan var midur?’ diye sordu. ‘Yok’ dedi arkadaş. ‘Uyy sevdasız adam mi olur?’ diye ünledi. E daha diyecek ne kaldı ki geriye? diyeceğim ama susmayacağım gibi görünüyor. Muhtemelen örgün eğitimden çok uzakta, sadece Anadolu’nun kültür ezgisinde yetişmiş bu ümmi ninenin söylediklerine bakın. Bu tarz yorumları bir başkasında çok sevmesem de herhalde bu sefer ben yapacağım. Bu topraklar bin yıldır tek tip adam yetiştirme sevdasına düşmüştür. “O da nereden çıktı” dediğinizi duyar gibiyim. Geçtiğimiz günlerde 133. doğum gününü kutladığımız İstiklal Şairimizin Akif’in ifadesi ile “medeniyet dediğin, tek dişi kalmış canavar”ın uygarlığının yetiştirdiği gibi tek tip değil. Yozlaşmış, sıradan, dışı yeşil içi kurumuş, tıklattığınızda kendisinden boş ses gelen tek tipler değildir. işte o Pazar’ın köyündeki nine gibi “hayatı doğru okuyan” tek tip insan yetiştirme sevdasına düşmüştür. Ne mutlu, o sevdanın ırmağında yıkananlara.
İşte “hayatı doğru okuyan” insan profilinin, bizim yöremizdeki bayraktarlığını yapan Ağın olduğu için, öyle olduğunu çok zaman gördüğüm, inandığım için, bu kıymeti kaybetmemek adına bu yazı tarafımdan atılmış sessiz bir çığlıktır. Öyle farz edin. İnsan memleketini sevmeye görsün, sevip de hasrete düşmeye görsün; atlas üstünde parmaklarını gezdirerek okşar vatanını. Her harita da önce onu bulur. Arzın merkezidir orası ve onun üstünden şekillenir şark da, garp da.
Bu sevginin getirdiği inat ile tutunduk umudun dallarına. Bildik ki umudunu yitirmiş, yarı ölmüş demektir. ”Umut fukaranın ekmeği” deseler de duymamazlıktan geldik. Günün birinde memleketimizin piyangosuna çıkmış “talihsizliğimizin” tersine döneceğine inandık.Talihin ve tarihin kısmetsizliğini ötelemek gerekmiyor mu? En azından uğraş verenlerin canını sıkacak, hevesini kıracak, burun kıvırmalarına son vermeliyiz.
Hatırlatmak isterim ki; bizi en çok yıpratan şeylerden biridir; çocukluğumuzun güzelliklerinin üstüne basarak yürüdüğümüz yıllar. Bir anı ya da çekyat altında unuttuğumuz bir albümdeki fotoğraf gelip vurur bizi, kötü bir şiirin mısralarında:
Ne kadar gerilerde kaldı, yaramazlıklar ardına esir düşmüş çocukluğumuzu,
Parmaklıklar arasından bakarak özgür kıldığımız çağlar.
Şimdi bir fotoğrafın peşi sıra gidiyoruz; sorgusuz,sualsiz.
Belki karşımıza çıkar diye, ansızın bir köşe başında afacan bakışımız...
Belki de bıkmış bir ifade ile “Nedir bu kardeşim Ağın’da Ağın” mı dersiniz? Bilemem ama diyeceğim şudur ki; Yazımın başlığı olan ve bu aşkın peşi sıra gitmeme vesile olan olguyu (enteresandır) Kenan Doğulu’nun şarkısında buldum:
Gönlümün doğum lekesi
Kalbimin gülümseyişi
Elini koy sevgime
Ruhuma sen değsin
Bir çoğumuzda olan ve doğduğumuz günden son güne kadar bizi terk etmeyen bir yol arkadaşı ile yaşarız. Vücudumuzun bir yerinde kendini gösterir, bir leke ile. Yukarıda anlatmaya çabaladığım ve sizlerin de çok iyi bildiğine inandığım bu değerlerle doğduğuma inanıyorum. İşte bu sebeple, yazıya bu başlığı verdim: Ağın benim gönlümün doğum lekesi. Bu nedenle, bu kadar peşi sıra gidiyorum, hesapsızca.
Saygılarımla…
m. fatih aydemir
22.12.2006
Mirası yeme sevdasına düşmüş kültürel yozlaşmanın endişesi ile geçen aydan yarım kalmış, söylenmemiş sözler takıldı peşime. İçimden bir ses: “Biz senin zihin arşivinde uzun zamandır bekliyoruz. Her yeni bilgiyi yazdıkça da daha derinlere, hafızanın karanlıklarına gömülüyoruz. Bu korku ile yaşatma bizi. Bu ay yaz bizden bir iki satırda bitsin bu ızdırap” dedi.
Yukarıdaki emri vaki’e mağlup düşmüş zihnimin, biriktirdiklerini sizlerle sere serpe paylaşmaya koyuldum. Nerden mi başlayacağız? Hep o bildiğiniz malum yerden, memleketten çıkalım yola. Oradan başlayınca gerisi gelir elbet.
Ağın’a, Elazığ’a ve aslında klasik ifade ile; bizi biz yapan, bin yıllık zaman teknesinin kültür hamurunda yoğrulan, geleneklerimize olan naçizane tutkularımın sebepleri üzerine, iç dünyamı sorguladığımda, verdiğim ifade; bu geleneklerin daha ziyade yaşandığı taşradan aklıma yoğun hatıralar kazınmasa da, çocukluğumun ilk birkaç hatırasının sahibi mekanlardı. Bu ilk hatıraları, körpe hafızama yeni yeni nakşederken, İstanbul’a gelişimiz ile sanki bir daha çocukluğumu yaşayamayacakmışım gibi bir korku düşmüştü içime. Her duygu gibi, bu korkuda içimde bir başka olguyu yetiştirdi. Bir daha memleketi ve onun gelenek yansımalarını hiç aklımdan ve gönlümden çıkartmadan, benden umulmayan ölçülerle çok sevmeyi büyüttü. Hala da büyütüp adam etmeye çalışıyor.
Yine de sevmek tek başına yetmiyor. Ortaya bir eser koymak için, varolanı korumak içinde emek gerekiyor. Kişi başıma düşen, Ağın başlığı altında toplanmış ve sevdiğimi söylediğim değerleri korumak, yaşatmak adına yapmadıklarım ve yapamadıklarım var. Pişmanlıklarım var. Yüreğimin yargısına intikal ettiği için yorum yapmaktan kaçındığı ezilmişliklerim var. Yine de Fuzuli’nin dediği gibi: Söylesem tesiri yok; susam, gönül razı değil.
Kendisine sunulmuş emanetin altında kalan benim gibiler için, tarih yapraklarından kopardığım bir anekdotu paylaşmak isterim: III.Mustafa döneminde, altı yıldan fazla sadrazamlık yapmış olan Koca Ragıp Paşa; Çok değerli olan kütüphanesini millete vakfetmiştir. Bu değerli hazinesinin bakımı için de tanıdıklarından birini memur tayin eder. Bir gün ansızın kütüphanesini ziyarete giden Paşa, etrafı ve kitapları toz toprak içinde bulunca canı çok sıkılır ve belli etmemeye çalışarak:
-Seni tebrik ederim yavrum, der. Gerçekten de emniyetli bir adammışsın. Teslim edilen şeylere hiç el sürmemişsin, aferin! Daha ben ne diyeyim ki kendime: İçimdeki darağacına çektim, yüreğimi.
Dert adamı söyletir değil mi? Sevgi gelirken, yanına derdi de almadan yola çıkmazmış. Kimin kimle yoldaş olacağını tahmin etmek zor olsa gerek. Hamlığımızı pişirsin, bizi yaksın diye ocağa atılmış çıra; derdin, hasretin ve gönül yarasının çırası değil midir? Hemşerimiz Merhum Fethi Gemuhluoğlu, kendi ifadesi ile bu alemi tarif ettiği ”sağır dünya”daki günlerinin birinde, Türk Petrol Vakfı’na burs için başvuran gençlerle mülakatta bulunuyormuş. Gençlere ‘âşık olup olmadığını’ sorarmış. “yok efendim” diyene, yani bir gönül yarası olmayana burs vermezmiş. Acaba, adam olacak çocuklar; gönlüne batmış kıymıkların, yüreğini sızlatacak ince çiziklerin güneşinde boy verir diye mi düşünmüştür?
Belki diyeceksiniz ki bu düşünce, Fethi Gemuhluoğlu gibi; hayata kafa yoran, yazan ve yaşamın kurmacasını kurcalayan kişilerin fikridir. Bu fikri sahiplere muhaliflik adına, Sadık Yalsızuçanlar’ın bu yaz içinde bir gazetemizde çıkan yazısında şöyle diyor: Bir belgesel çekiminde Rize-Pazar’ın bir dağ köyünde, doksanına yaklaşan bir nine, ekipteki arkadaşlara birer birer sormuştu: ‘Evli misun?’ Birisi, ‘değilim’ dedi. ‘Sevdan var midur?’ diye sordu. ‘Yok’ dedi arkadaş. ‘Uyy sevdasız adam mi olur?’ diye ünledi. E daha diyecek ne kaldı ki geriye? diyeceğim ama susmayacağım gibi görünüyor. Muhtemelen örgün eğitimden çok uzakta, sadece Anadolu’nun kültür ezgisinde yetişmiş bu ümmi ninenin söylediklerine bakın. Bu tarz yorumları bir başkasında çok sevmesem de herhalde bu sefer ben yapacağım. Bu topraklar bin yıldır tek tip adam yetiştirme sevdasına düşmüştür. “O da nereden çıktı” dediğinizi duyar gibiyim. Geçtiğimiz günlerde 133. doğum gününü kutladığımız İstiklal Şairimizin Akif’in ifadesi ile “medeniyet dediğin, tek dişi kalmış canavar”ın uygarlığının yetiştirdiği gibi tek tip değil. Yozlaşmış, sıradan, dışı yeşil içi kurumuş, tıklattığınızda kendisinden boş ses gelen tek tipler değildir. işte o Pazar’ın köyündeki nine gibi “hayatı doğru okuyan” tek tip insan yetiştirme sevdasına düşmüştür. Ne mutlu, o sevdanın ırmağında yıkananlara.
İşte “hayatı doğru okuyan” insan profilinin, bizim yöremizdeki bayraktarlığını yapan Ağın olduğu için, öyle olduğunu çok zaman gördüğüm, inandığım için, bu kıymeti kaybetmemek adına bu yazı tarafımdan atılmış sessiz bir çığlıktır. Öyle farz edin. İnsan memleketini sevmeye görsün, sevip de hasrete düşmeye görsün; atlas üstünde parmaklarını gezdirerek okşar vatanını. Her harita da önce onu bulur. Arzın merkezidir orası ve onun üstünden şekillenir şark da, garp da.
Bu sevginin getirdiği inat ile tutunduk umudun dallarına. Bildik ki umudunu yitirmiş, yarı ölmüş demektir. ”Umut fukaranın ekmeği” deseler de duymamazlıktan geldik. Günün birinde memleketimizin piyangosuna çıkmış “talihsizliğimizin” tersine döneceğine inandık.Talihin ve tarihin kısmetsizliğini ötelemek gerekmiyor mu? En azından uğraş verenlerin canını sıkacak, hevesini kıracak, burun kıvırmalarına son vermeliyiz.
Hatırlatmak isterim ki; bizi en çok yıpratan şeylerden biridir; çocukluğumuzun güzelliklerinin üstüne basarak yürüdüğümüz yıllar. Bir anı ya da çekyat altında unuttuğumuz bir albümdeki fotoğraf gelip vurur bizi, kötü bir şiirin mısralarında:
Ne kadar gerilerde kaldı, yaramazlıklar ardına esir düşmüş çocukluğumuzu,
Parmaklıklar arasından bakarak özgür kıldığımız çağlar.
Şimdi bir fotoğrafın peşi sıra gidiyoruz; sorgusuz,sualsiz.
Belki karşımıza çıkar diye, ansızın bir köşe başında afacan bakışımız...
Belki de bıkmış bir ifade ile “Nedir bu kardeşim Ağın’da Ağın” mı dersiniz? Bilemem ama diyeceğim şudur ki; Yazımın başlığı olan ve bu aşkın peşi sıra gitmeme vesile olan olguyu (enteresandır) Kenan Doğulu’nun şarkısında buldum:
Gönlümün doğum lekesi
Kalbimin gülümseyişi
Elini koy sevgime
Ruhuma sen değsin
Bir çoğumuzda olan ve doğduğumuz günden son güne kadar bizi terk etmeyen bir yol arkadaşı ile yaşarız. Vücudumuzun bir yerinde kendini gösterir, bir leke ile. Yukarıda anlatmaya çabaladığım ve sizlerin de çok iyi bildiğine inandığım bu değerlerle doğduğuma inanıyorum. İşte bu sebeple, yazıya bu başlığı verdim: Ağın benim gönlümün doğum lekesi. Bu nedenle, bu kadar peşi sıra gidiyorum, hesapsızca.
Saygılarımla…
m. fatih aydemir
22.12.2006
Etiketler:
3.mustafa,
ağın,
elazığ,
fuzuli,
III.mustafa,
irfan fethi gemuhluoğlu,
koca ragıp paşa,
mehmet akif ersoy,
pazar ilçesi,
rize,
Sadık Yalsızuçanlar,
türk petrol vakfı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)