Sayfalar

13 Haziran 2013 Perşembe

seni sevmiştim de ondan

   seni sevmiştim de ondan

   Onu ne zaman sevmeye başlamıştım? Ne zamandır her gittiğinde özlüyordum? Türkülerin ezgileri gibi, gözyaşı ile beslenen acılar gibi, içimi sızlatırdı; her geç geldiği günün gecesi. Oysaki onun erken geldiği akşamlarda, sokağımızın başında, elinde evin günlük ihtiyaclarını taşıdığı poşeti ile göründüğünde, avdan dönmüş cesur bir yiğit gibi gelirdi gözüme.  Kimi arkadaşlarım, babalarının gelişi ile sokakta geçirecekleri zaman vizesinin doluşuna üzülürlerdi. Ben ise onun erken gelişlerinden duyduğum mutlulukla, uçarmışcasına koşar ellerinde ki poşetlere sarılırdım. Eve olan 20-30 adımlık mesafede hal-hatır edişimizin bana sunduğu mutluluk, sonsuz bir lezzet ikliminin orta yeri gibi idi.

  Ona benzetilmek, onunla anılmak, ismimin önüne isminin geldiğini duymak, içimi güneşli bir bahar günü gibi sıcacık kılıyordu. Yan yana durduğumuz her yer Ağrı Dağının doruğu, yan yana yürüdüğümüz her yer kral yolu idi. Ben tüm bu yaşananların içinde ormanlar kralının yanında yürüyen minik yavrusu gibi salınıyordum. Öyle bir keyifti ki bu, kimselerle paylaşmak istemeyeceğim kadar bencilliğe sürüklüyordu beni.

  Her keyfin yanına sokulan bir de sorumlulukları, bedelleri ve karşılığı vardır. Onun karakterinde, kendisinden başlayıp çevresine sunduğu asırlardır biriktirilmiş Anadolu ruhu vardı. Hayatının vitrininden sunduğu her şeyin parlak ışıklarla aydınlatılmış, kişiye özel meziyetler bütününe sahip oluşu gibi aşılması zor ama aşıldığında yüce bir uç nokta vardı. Bunları görünce korkmuyor muydum? Hem de nasıl korkuyordum “Adam akıllı korkuyordum”. Aklıma düştü o an, yine Ondan duymuştum. (burada ismini yazmayacağım) bir ilim adamı,yazar için bir arkadaşı nükte kılıfına saklayarak şöyle demiş;

  -Sen bu dünyaya bir iyi, bir de kötü iki eser bıraktın. İyi eserin şu elimde tuttuğum kitabın, diğeri ise oğlun” demiş. 

  Bu duyduğumun akentodun üzerimde bıraktığı tesirin sözcük karşılığı fobi idi. Bu fobim başucumda salınan endişe kılıcıydı artık. Onu taklit etmekle hiçbir kazanım sağlayamayacağımı biliyordum. Bir yolunu bulmalı ve O’na yetişmeliydim.

  Tüm bunları düşünüp bir kez daha hayalimde yaşatırken arkadaki aracın acı fren sesi ile irkildim. Direksiyonu sağa kırdım ve öz önce fren yapan araç yanıma yanaştı. El kol hareketleri ile çok sinirlendiğini anlatmaya çalışıyordu. Sinyal vermeden yan şeride geçmiş ve arkadaki aracı zor durumda bırakmıştım. Yandaki şoförün göz bebeklerinin büyüdüğünü görebiliyordum. Destanlarda anlatılan ejderhalar gibiydi. Neredeyse ağızdan alevler çıkacaktı. Haklıydı da. Kendimi toparladım. Bilmem kabul etti mi ama  ben yine de özürlerimi sundum ve tekrar yola koyuldum.   

  Yüreğime düşmüş acıyı söküp atamayacaktım. Yalnız kalmıştım. Artık hiç kimselerin dolduramayacağı bir boşluğun sahibiydim. Yüreğimin orta yerine güneşin en yakıcı yerinden kopup gelen koca bir taş düşmüştü. Bu alev parçasının açtığı çukur giderilmez yalnızlıklar ve ızdırabla dolu idi. Şimdi kimselerin anlamadığı bir dilde feryat figan ediyordu yüreğim. Sesini duysalar sessizliğe gömülmeye razı nice yürekler serilirdi önüne. Acıydı bu nasıl anlatılır ki… 

  Onu, zaman zaman üstüne yığılmış hayatın, boşluk bıraktığı aralığından, yorgunluğunu haykırırken bulurdum. Bu feryadında bile o mağrur duruşunu asla kaybetmezdi. Bu hayata karşı sıra dışı duruşu, kimilerinin gözünde hoş olmayan ifadelerle adlandırılsa da, onun direnişinin kaynağının Mesneviden yüreğine süzülmüş İhali emrin izdüşümleri olduğunu hiç aklımdan çıkartmazdım.

  Düşünmekle bitmeyen ortak anılar sahibiydik. Boşluk vermeden sıralanıyordu yaşadıklarımız. Aklımın vagonlarına yüklediğim anılar, sonu gelmeyen bir derinlikten geliyor gibiydi. Koşarcasına gözlerimin önüne geliyor ve sıradaki için ara vermeden bir diğerini çağırıyordu.

  Bizi bırakıp gurbete gittiği gün düşüyor gözlerimin önüne; Kendimi beş, altı yaşlarında, evimizin penceresinde, ardından ağlayan gözlerle bakarken buluyorum. Yüreğime sürülmüş acı, o çocuk yaşlarda başlayan “gidip dönmezse korkusu” bekli de en çok o günden kalmıştı. O gün nasıl da ağlamıştım. Sonu olmaz hıçkırıklar boğazıma gelip yer edinmişti.  Gözlerimden süzülen damlalardan artık yolu göremez olmuştum. Bir yandan arabayı kullanmaya çalışıyor bir yandan da elimin tersi ile gözlerimi silmeye çalışıyordum. Onlarca yıl geri de bıraktığım beş,altı yaşındaki çocuk gibi ağlıyordum. Artık biliyordum ki “hiç geri gelemeyecekti gittiği yerden”.

  Saygı, O’nun hayatından asla çıkarmadığı “Edep Ya Hu” diline yapışmış düsturu idi. Mesleğinden gelen ceket, kravat giyim tarzı, karakterine de işlemişti. Ceketi hep ilikli,  kravatı hep olması gerektiği gibi düğümlü idi, saygıyı hak eden her şeye ve herkese karşı. Kendisi için bunu beklemezdi. O saygıyı şekillere hiç bir zaman gömmemişti. Sigara içmediğime üzüldüğüm bir tek nokta vardı o da onunla karşılıklı içemediğim içindi.

  Sevdiği şeyler aklıma sıralanıyordu. Doğup da yaşadığım yıllara kadar biriktirdiğim üç-beş anı vardı Ağın’dan bana kalan. Oysa ben bin yıl yaşamış kadar seviyordum Ağın’ı. Elazığ’ı Harput’dan ilk gördüğümde 20’li yaşlarım ortalarındaydım. Oysa ki biz her akşam, hem de hiç yorulmadan Harput’a gidiyor oradan Mezire’ye bakıyorduk. 1800’lü yılların ortalarında Harput’a niye bu kadar çok Amerikan Koleji kurulduğunu tartışıyorduk. Harput’un sadece şehri görmeye yarayan bir tepe olmadığını, yüreğimize düşmüş “o gül sevdasının” havasını taşıdığını anlatıyordu. Biz köprünün yapılması hiç beklemeden bir adımda Ağın’a varıyorduk. Zafer Gençaydın ağabeyimizden öğrendiğimiz bir zamanların 10.000 kişilik nüfusuna sahip Ağın’ın hayalini büyütüyorduk. Müderris Hüseyin Efendi’nin peşinden İstanbul’a geliyorduk. Saraya beraber giriyor, padişah ile olan konuşmasına şahit oluyorduk. Kerkük’ü kültür sınırlarımıza katıyorduk. Küçük üçgenlerde (Eğin,Harput,Arapkir) büyük sevdaları kovalıyorduk. Ben Ağın’ı niye sevmiştim?

  -Seni sevmiştim de ondan!

  diye, bir şey döküldü düşüncelerimden dilime.

  Acısına inat, sevdiklerini büyütmek istedi yüreğim. Onu daha yeni uğurlamıştık. Büyük üstad Yahya Kemal BEYATLI’nın dediği gibi;

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti;dönen yok seferinden

   Elimi arabanın teybine uzattım. Düğmeyi çevirdim. Arabada bulunanlar bu acıya uygun düşmeyen davranışıma ses edeceklerdi ki adaşım ve hemşerim olan Kısaparmak’ın sesi duyuldu. Yüreğimin dehlizlerinden kopup gelen hıçkırıklara eş, gözyaşı denizime karşıtı türküsü;            

Benim babam mert adamdı,  mangal gibi yüreği
Yufka gibi kalbi vardı,  hayatım boyunca ona özendim
Fedakârdı ! bir dikili ağacı olmadı belki
Ama kendisi,  onuruyla yaşayan koskoca bir çınardı
Üstümde ki kol kanat,  sırtımı yasladığım dağ gibiydi
Ben babamın oğluyum,  tepeden tırnağa Anadolu’yum


   Sevgili babacığım seninle yaşadığım her anın nimet olduğunu biliyorum. Sana ve yüreğine Ağın sevdası düşmüş tüm büyüklerime Allah nice hayırlı uzun ömürler versin. 
Saygılarımla...
m.f.aydemir
24.03.2006

niteliksiz tükettiğimiz zaman kervanı

   niteliksiz tükettiğimiz zaman kervanı

    Kış dedin mi, babasını akşam olunca pencere kenarında, kapı ağzında bekleyen çocuk misali dertli oluyor içim. Beni bu sıkıntılardan sıyıransa, sıralamadaki eşsiz denge. Hiç şaşırmadı kasım sırasını,aralık gibi. Aralık,bir aralık bulupta ocak gelmeden gitmedi. Ne hastalığı mazeret etti, ne de “köprü açıktı erken geldim” dedi. Ocak 31 dediğinde şubat kapıdaydı. Öyle müthiş bir dengede yürüdüler ki, mart gelince şubatı bulmadı yerinde. Zamanın kapı eşiğinde kimse kimseye sürtünmeden geçti.

    Sis çöktü yine şehrin ufuklarına. Mevsim, hayatın karanlık yüzünü anlatır gibi griye,siyaha mahkum günlerini yaşıyor. Bahar mahpusta mahkum, cezası kışı seyretmek parmaklıkların ardında. Kara kış gelip uzandığında, yağmurlar hiç gitmeyecekmiş gibi döküldüğünde gökten, gözlerimde biriken renkler hep koyu tonlar olunca, içime simsiyah bir asfalt atılıyor.

    Kasvet diye yazdım. Sonra sözlüğe bakma ihtiyacı duydum “Sıkıntı, iç sıkıntısı” diye yazıyordu. Bu kelime anlatmak istediğim boşluğa, boş yer bırakmadan yer etti. Gün, ışığını erkenden kapatıp,akşama teslim olduğu bu mevsim, bahtiyarlıkta ihtiyarlayıp çöküyor gönlüme. Aklıma kaybettiklerim geliyor. 

    Teknoloji hiç bir şeyi unutturmuyor. Siz hiç kaybettiğiniz birinin telefonunu, cep telefonunuzdan sildiniz mi? Telefonunuzun rehberinde bir başkasını ararken, kaybettiğiniz o dostun ismini görmek. Elinize batan bir kıymık gibi. Küçük ama kocaman acılara açık. Her seferinde “sil” komutuna kadar uzanan süreç ve “sil”emeden geri dönmek. Bir süre sonra rehber sırasında o ismin geleceğini bilmek ve gözlerini yummak. Gerçek, gerçek olmasın diyecek kadar acı. 

    Sonra gözlerinizi karartıp, içinizdeki tüm kavgalara maglup olup silmeye niyetleniyorsunuz. Silmiş olsanda nereye gidiyor o kaybettiğin. Dostluk, paylaşılan zaman, gülüşü ve kızgınlığı, nereye gidiyor. Zaman şahit tutulacak gün gelince ve söyleyecek “sil”diğini sevdiğini,dostunu. Aklına,fikrine inat, deliliğe yakın aramak bile bile “aradığınız numara kullanılmamaktadır”ı duymak için.

    Kaybettiğin için, kullanılmış zamanlarla yetinmeye muhtaç kalmak. Teknoloji ürkütüyor. Acıyı gömdüğümüz yerden gün ışığına taşıyor. Eksik bıraktığımız mutluluklarımızı yüzümüze çarpıyor. Sevgi karnemizdeki kırıkların sebebi, niteliksiz tükettiğimiz zaman kervanı ile geliyor. Sevgi hanımızın kapısında, bizi üzmeye alacaklı kadar kararlı. 

    Şimdi yitirdiğimiz tüm zamanların gözyaşlarını silmeliyiz. Kaybettiklerimizi unutmadan, şimdilik kazanamadıklarımıza sarılalım. Bırakın gün ışığının, neredeyse gün etmeyecek kadar kışları çabuk gittiğini. Bayrama kavuşmuş olmak tüm karakışları bahar eyleyecektir. Daha kaybetmediğimiz niceleri var. Aradığınız kişiye şu an da ulaşın .                                             

    Sevdiğinizi söyleyin, nefretinizi,kızgınlığınızı söylemekten korkmadığınız gibi. Sevilmeyi beklemeyin,sevmek için.

    Bayram geldi. Bayramlarınız olsun tüm karakışa inat, kasvete inat. Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öpüyorum. Kaybettiklerim sizleri de çok özlüyorum...

   Ölecek miyim, tam da söyleyecek çağımda
   Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda...*

   En derin saygı ve sevgilerimle bir kez daha Kurban Bayramınız Kutlu Olsun. A.E.O.
   m.fatih aydemir
   06.01.2006


   * Necip Fazıl KISAKÜREK

bir angut hakkındaki her şey

   bir angut hakkındaki her şey

   Biliyorum; beni okumaya hiç niyetiniz olmasa da, yazının başlığını görünce bu satırları okumaya başladınız. Ne yaparsınız mazrufa kıymet verecek şeyler yazmakta zorlanınca, bari zarfı süsleyeyim dedim. Yalancı çıkmamak adına hepinizin (en azından) adını bildiğiniz anguttan söz edeyim sizlere.

   Böyle durumlarda çok zaman Türk Dil Kurumunun sözlüğüne bakarım.
Angut:
1-Ördekgillerden, tüyleri kiremit renginde, evcilleştirilebilen bir yaban kuşu 
2-Mecaz: Ahmak. 
3-TDK sözlüğünde yazmayan ama belgesel seyredenlerin bildiğin bir hikaye vardır: ıÜüAngut kuşu'nun eşi öldüğü zaman (yanına o anda başka bir yırtıcı hayvan veya bir insan gelse dahi) gözlerini bir dakika bile eşinin ölüsünün üstünden ayırmadan o da ölene kadar onun baş ucunda bekler... İşte bu canlının yaptığı en büyük "Angut"luk budur. Ayrıca bu olay bütün Angut kuşları için geçerlidir, arada bir görülen bir şey değildir. Çok ürkek bir hayvan olmalarına rağmen eşinin ölüsünün başında bekleyen Angut kuşuna elini uzatsanız dahi oradan kaçmaz...

   Yıllar önce ozon tabakasını deldiğimizi söylemişlerdi, şimdilerde de yaptığımız bir çok şeyin, bir sonraki nesile "Küresel Isınma" armağan etmeye başladığını söylüyor bilim adamları. Bu küresel ısınmanın ilk etkisi, artık baharlar kalmayacakmış. Denilen kısaca şu ki; her güzelliğin filizlendiği, dünyanın sanki kendini yenileyecekmiş gibi hızla bin bir renge büründüğü, aşk mevsimi baharlar bitecek ve hüznü anlatmak için şairler hazandan başka bir ifade bulmak zorunda kalacaklar. Hayatın var olan akışını beğenmiyormuş gibi şimdilerde de mevsimleri değişime zorluyoruz. Artık hızla yaz geliyor eski bir şarkıdaki gibi "baharı görmeden yaz geldi geçti". 

   Yaz demek; Ağın mevsimi demek. Sanırım gazetenin bu sayısında bu içerikli yazılar yayımlanmaya başlayacaktır. Bir sonraki sayıda "Haydi Ağın'a, Ağınlı Yazlara" diye edebiyat döktüreceğiz ya da kimilerince törpüleyeceğiz. Varolanı olduğundan da çokça süsleyeceğiz, oraları bilmeyen nesiller için. Bilenlerse gülecekler halimize belki de "bunlar nereyi anlatıyorlar" diye, ama olsun. Anlatmasak olmaz ki, kendi kendine, durduk yere sevda içimizde büyümez ki. 

   Geç kalmayayım dedim. Bir an evvel yazmaya başlayayım. Sonra yaz sonu çıkan sayıya denk geliyor Ağın'a gelin çağrısı. Öyle olunca da bayram geçmiş, kına elimde kalmış oluyor. Gerisi hepimizce malum. 
Kör bir sürücü gibi yolu arıyorum. Bu yazının çıkış yolunu. Aslında yazmak istediğim bir kaç cümleden ibaret. Ancak o vakitte köşeyi işgal edecek kadar hacim sahibi olamıyorum. Araya bir kaç cümle sıkıştırıyorum. Belki de daha önce yazmıştım Vizontele filminden alıntı yaptığım aşağıdaki diyaloğu  Benim adıma filmin en etkileyici sahnelerinden biri idi. Sevginin; yaşadığımız iklimi, coğrafyayı nasıl değiştireceğini ya da sevgisizliğin hayatımızı nasıl alt üst edeceğini gösterir gibi. İşte o diyalog:

-İnsan memleketini niye sever? başka çaresi yoktur da ondan. Buraya gelen yabancılar bize hep şunu sordular, “ya siz burada nasıl yaşıyorsunuz, buranın nesini seviyorsunuz?” Çok zor buna cevap vermek. İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu, mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir. Ama dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir.

   Ağın'ı memleket sayanların, yapması gereken doğru hareketi fotoğraflar gibi. Bu aşka yakalanmak isteyenler için çizilmiş bir yol haritası gibi. Nede olsa; aşk rüzgarı bulaşırsa yüreğine, tenine değen iklimi unutursun. Bu sebeple, bu aşk yüreğinize bulaşsın istiyorsanız; gidin, götürün Ağın'a ve gelin, getirin Ağın'a. Bir Karadeniz türküsünün dediği gibi; Sen gelmedin de oğul, horonları kim oynar...
Memleket saymayanlara ise söyleyecek çok bir şeyim yok. Bizim oralı bir komşu vardı. Çocuklarına o gün sofrada olması muhtemel yemekleri söylerdi. Çocuklar hiç birinden hoşnut olmazlarsa "  " derdi.

   Yazının sonuç bölümlerine yaklaşmışken sadede tek cümle ile erişelim: Ölüm kimseye yakışmaz ki, Ağın'a yakışsın.

   Ha angut diyordum değil mi? Oraya dönelim tekrar. İşte bu gazete Ağın'ın başında göz kırpmadan bekleyen bir Anguttur.( Gazete yönetimi bu misyondan ve bu cümleden hoşlanmazsa yazıdan çıkarta bilir ama o zaman da yazdıklarım hiç bir şey ifade etmez ve hepsi Angutça olur.) Gazete olarak, Ağın'ın menfaatine olduğunu düşündüğümüz bir çok konuda; kalp kırmamaya, göz yummaya, kulaklarımız üstüne yatmaya, bilip susmaya, bakıp görmemeye, kolu kırıp yeni içinde bırakmaya, kan kusup kızılcık şerbeti demeye ve buna benzerlerinin tümüne açık olabiliriz. Ancak! Bizim üstümüzden Ağın'a gösterilen aba altındaki her sopayı yemeye hazırım, hazırız. Buradan uçup gitmeyeceğimi ve gitmeyeceğimizi bildirmek isterim, isteriz.
Bu yazıda nerden mi çıktı? Nerden bileyim...
Angut Kuşu.  

Saygılarımla
m.fatih aydemir

30.10.2006

bir başka diyarın çocukları

  bir başka diyarın çocukları

  Çocukluğunu, çocukluğunun şehrini, ilk anılarını toplayıp büyüttüğü bu iklimleri bırakıp gittiği günden bu yana bir daha geri dönmemişti. Ta ki o yaza kadar. Çocukluğunun o büyük şehrini sadece hatıralarında yaşattı. 

  -Bir de oraya benim gözümle bakın, derdi.

  Çocuklarının hiç biri bırakın onun gözü ile görmeyi daha kendi gözleri ile görmemişlerdi memleketlerini. Ahmet Kutsi Tecer’ in de dediği gibi bakıyordu oralara: 

“Orda bir köy var, uzakta,
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür”

  Öyle miydi acaba? Hala bizim köyümüz olarak mı duruyordu?

  Yıllarca anası, atası ona her güz memleket kokan kamyon ile; peynir, tereyağı, dut, pestil, araya sıkıştırdıkları mis kokulu ekmek göndermişlerdi ama o bir gün olsun onların kokusunun peşi sıra sılaya doğru yürümemişti. Yine bir güz mevsiminin İstanbul’a yağmur nasip ettiği Pazar gününde Topkapı’ da memleket kamyonunu bekliyordu. Topkapı yine çamur deryası idi. Hani ayak uzaktamaya korkarsın; suya doymuş topraktaki her adım, yere düşmenin riskini büyütür. Buraları oldum olası sevmezdi. Memleketten gelen kamyon Topkapı’da park ettiği için istemeye istemeye de olsa buralara gelmeye mecburdu. Daha önceleri şehrin otogarı burada bulunuyordu. O zamanlarda kalabalığın keşmekeşinde boğulurdu Topkapı. Bir lanet yapışmıştı bu semtin paçalarına. Ne yapsa bir türlü kurtulamazdı bu pespayelikten. Belediye otogarı taşımıştı ama o şuursuz yapının her türlü kirliliği bu semte iz olarak yapışmış gibiydi. Sanki; kalabalığın ekşimiş kokusu, egzoz dumanı ile gözleri yakmaya devam ediyordu. Çığırtkanların kulakları tırmalayan bağırışları bir yerlerden çıkıp gelecekmiş gibiydi. Beklide buraları sevmiyor oluşu böyle görmeye ama daha çokta hissetmesine neden oluyordu. Şimdilerde ise bu garip semtin kimsesizliğini itlerin varlığı bozuyordu. Yüzüne yapışmış tiksinti ile söylenmeye başladı:

  -Ben bizim memleketin şehir olduğunu, asfaltın üstünde otomobillerin yağ gibi akıp gittiğinin görürüm de bu Topkapı’nın iyi gününü göremem, diye içinden hayıflanıyordu. 

  Memleketi öyle olsa bile onun gitmeye, görmeye gönlü yoktu ya, neyse. Yağmur, dışarıda kalanların kişi başı damla hasılasını çoğaltıyordu. Hızlı adımlarla bulduğu ilk saçak altına sığındı. Yüzünü yıkayan yağmur damlalarını sildi ve gözlerini araladı. O anda saçağın altına hızla biri daha sığındı. Bu ani geliş korkutmuştu yüreğini. Yeni gelen adam selam verdi. Korkuyu sindirmeye çabalarken zorlukla selamını aldı. “Pazar sabahı ne işi vardı bu adamın buralarda. İn midir, cin midir?” diye düşündü. Bu günlerde gazeteler anlamsız bir çok cinayet haberini 3.sayfalarına sığdıramıyordu. Sindirmeye çalıştığı korkusu canlandı. Kafasını adama doğru çevirdiğinde göz göze geldiler. Yeni gelen adam nazik bir şekilde “sizi bir yerden tanıyor muyum?” diye sorunca korkusu durağan bir hale büründü. Bir an daha birbirlerini tanıyacaklar mı diye bakışmaya devam ettiler. Adamın nazik tavrı kaşlarının çatılması ile son buldu. Öfke ile sordu:

  -Sen, sen şey değil misin? Boççik Emminin oğlu Sadık değil misin? O’sun ya O’sun..! Ne de sadık çıktın amma. Tam adın gibi, memleketine hiç ihanet etmedin. Hep sadık kaldın, dedi.

  Şaşkınlık Sadık’ın yüzünü esir almıştı. Bırak cümle kurmayı tüm sesleri unutmuş gibiydi. Zorla bir “he” diye bildi. Yeni gelen adam sazı eline almıştı. Sözlerin atına binmiş öfke, yalın kılıç Sadık’ın yüreğini deşiyordu. 

  -Sen çık git memleketten, bir daha da uğrama..! Ama gel buraya o zavallı anandan, babandan gelen nimetleri çocuklarına taşı. Hiç utanma..! Nimet onların dualarında, yanı başında olmaktır. Memlekete gitmek, onlara oralara sahip çıkmaktır. Sen çocuklarına bunları taşıyacağına, çocuklarını o diyarlara taşı, dedi.   

  Yeni gelen adam saçağın altından çıktı. Hızla ve hırsla yürüdü. Sadık olduğu yerde kalakalmıştı. Ardından seslenemeyecek kadar güçsüzleşmişti. Adamın sövgüyü aşan sözlerinin altında ezilmişti. “Kim di bu adam?” diye düşündü birkaç dakika. Kendi yaşlarında biriydi. Aklının derinliklerine yuvarlanmış “bu hiç tanımadığı simayı” aramaya koyuldu. Bu uğraş öyle yormuştu ki olduğu yere çömelmek zorunda kaldı. Sonra yeni gelen adamı tanımak için verdiği uğraştan vazgeçti. Adamın söyledikleri, O’nu tanımış olmasından da önemliydi. 

  Dalgınlığına yenik düşmüş halinden, bir kamyonun etrafını sarmış olan insanların sesleri uyandırdı. Oraya doğru yürüdü. Kamyon memleketinin plakasını taşıyordu. Eller kamyonun kasasına doğru uzanıyor adına gelmiş olan kolilerle buluşuyordu. Kamyoncu Osman hem kolileri kasadan aşağıya iletiyordu hem de memleket suallerine cevap yetiştirmeye çalışıyordu. Kamyon, erzak değil de sanki; büyük şehrin telaşında büyüyen gurbet acısına merhem getirmişti. Sadık kalabalığın ardından:

  -Sadık Gişigiller adına bir koli var mı? Diye sordu. Kalabalık sesin geldiği yöne doğru döndü. Sadık, yeni gelen adamın söylediklerini sanki hepsi duymuş gibi utandı her birinden. 
“Var Ağabey” dedi, Kamyoncu Osman. Sonrada kolisini uzattı. Sadık kolisini alırken O adamı bir kez daha gördü. Adamın yüzüne vuran öfke hala sıcaklığını koruyordu. Sadık bir şeyler demek istedi, diyemedi. Kolinin ağırlığından ziyade yüreğindeki acı onu çamura batırıyordu. 

  Yıllar önce, bıyığının yeni terlediği o kış, tezkeresinin daha dumanı tüterken gurbeti ev, sılayı el eylemişti. Bir daha da geri dönmedi. O’na sorsan “Nasip olmadı” derdi. Hep nasip gerçeğinin ardına saklandı durdu. Sorduklarında memleketi “seviyorum” dedi. Sevmek bu muydu?
  Düşünce denen ağır yükü sırtlamış yürüyordu:  

  -Haklı be adam söylediklerinde. Az bile dedi. Ben ki memleket der dururum, evde çocuklara sorsam memleketleri “şehir” olmuştur, diye itiraf etti kendine. 

  Bu olanları kimselere diyemedi. Ama yeni gelen adamın söylediklerini her hatırladığında yüreği içten içe kanadı. Güz kışa, kış bahara yenildi. Yeni gelen adamın sözleri o günden beri içine çapa gibi saplanmıştı. Memlekete gitmek farz-ı ayındı artık. Hanımı ve çocukları aldığı gibi yola koyuldu. Uzun memleket yolunda çocuklarına yüzlerce defa anlattığı çocukluk ve ilk gençlik hatıralarını  bir kez daha anlattı. Memleketini anlatırken yıllardır hiç olmadığı kadar mutlu idi. Tüm yol boyunca tasvir ettiği yer, çocukların gözünde artık cennetten koparılmış gibiydi. Nerdeyse memleketin kapısında onları ilk selamlayan Tuba Ağaçları olacak gibiydi. Memleketinden çizdiği insan manzaraları günahsız bebeklerin yüzlerini anımsatıyordu. Küçük kızı, her yaşıtı gibi ilk aklına düşen soruyu iletti: Babacığım, o zaman niye şimdiye kadar hiç gitmedik biz senin köyüne, dedi. Saatlerdir yüzü gülen Sadık, Küçük Kızının sorusuna yenildi. Mağlubiyetin acısı ile sustu.

  Memleketine doğru ilerledikçe büyük şehirlerin göklerine küskün yıldızlar saklandıkları yerden çıktılar. Gökyüzünün kandilleri hiç şaşırmadıkları yerlerini bir kez daha almışlardı. Gecenin en derin yerinde memlekete ulaştılar. Geleceklerinden haberleri olan anası ve babası onları kapının önündeki sedirde bekliyorlardı. Hasret yenilmişti. Torunlarının kokusunda bahar açmıştı ihtiyar yürekleri. Oğullarına “ah be oğul niye gelmedin bunca yıldır?” sitemi ile sarıldılar. 

  Sabahın ilk ışığı Sadık’ın yüzü ile buluşunca, yolun tüm yorgunluğunu da yatağında bırakıp, heyecan ile kalktı. Alelacele yüzünü yıkadı. Evdekileri birer birer uyandırmaya başladı. Kahvaltının ardından çocukları aldığı gibi yola koyuldu. Çarşıya doğru ilerlediler. Evler, sokaklar, yola karşılıklı dizilmiş dut ağaçları, ilk bakışta her şey eskisi gibi duruyordu. Yürümeye devam ettikçe sadece “ilk bakışta” öyle durduğunu anlamaya başladı. 

  Sarı Su Deresi: Çağlayanları kıskandıran bir hınçı vardı. Baharı bulduğunda “gürül gürül” akardı. Şehri bir uçtan bir uça gezerdi de yine de öfkesi dinmezdi. O da mı Sadık gibi gurbete gitmişti. Su hayat demekti! Su da, hayatın beraberce yaşandığı, niteliğin niceliklere yenildiği şehirlere mi taşınmıştı? Yoksa su, hürriyetini musluklardan mı akıtmıştı? Sarı Su Deresi’nin ismini aldığı sarı kumlar yatağında kalmış ama artık hırçın suyu kurumuştu. Çocukluğunun yazlarında içinden hiç çıkmadıkları o büyük havuzlu çeşme; Moğol istilasına mı yenik düşmüştü? Havuz kısmı kumla, taşla, çer-çöple dolmuştu. Kahvaltıdaki tuzlu peynir miydi içini yakan yoksa gördüklerimiydi? Küçük kızı:

  -Susadım ben, dedi. 

  Su almak için iki adım ötedeki bakkala doğru yürüdüler. Çeşmelerinden su akmayan, yaz günü çocukların kurununda ıslanmadığı bir memleket olur muydu hiç? Ne olmuştu buralara? “Gezmesek de, tozmasak da, O köy bizim köyümüzdü” hani. Buralar kimin di? 

  Bakkaldan çıktılar. Aklını esir alan binlerce soru ile boğuşurken çarşıya vardılar. Sadık, tanıdık bir iki yüz bulabilmek için kahvenin önündeki parka doğru yöneldi. Gözleri ile tanış sima aramaya koyuldu. İlk bakışta tanıdık hiç kimseyi bulamadı. Pazar yerinde annesini kaybeden çocuk telaşı bürüdü yüzünü. Bu halini çocuklarda fark etti. Tedirgin olmuşlardı. 

  -Hadi baba eve dönelim artık, dediler.
  -Olmaaaz! Diyerek cümlenin sonunu uzattı. Sevecen bir hal takındı. “Daha ben size meysu ısmarlayacağım” dedi. 
  -Meysu ne baba? Diye sordu çocuklar.
  -Çok güzel bir meyve suyudur. Hele vişnesine doyum olmaz. Öyle her şehirde de bulunmaz. Çok seveceksiniz çok, dedi.

  Parka oturdular. Garsonu bir el işareti ile yanına çağırdı. Garson “Ne istediği sordu”. Sadık bir kez daha ama bu sefer daha sert bir şekilde şaşkınlık duvarına çarptı. Garson, buralarda hiç duymadığı bir lehçe ile konuşmuştu. Oysaki ona doğru yürürken “acaba bu genç kimlerden? Yüzünün hatları ne kadar da bu bölgenin insanından izler taşıyor” diye düşünmüştü. Zorlukla “üç meysu, vişne olsun” diyebildi. Garson uzaklaşırken arka masada oturanlara ait cümlelerin sesi, kulaklarının hiç alışık olmadığı bir iz bıraktı. Refleksle dönüp arka masaya baktı. Ama tam da bu anda kahvede oyun oynayan bir grubun bağırışlarını duydu. Bu seferde o yöne çevirdi bakışlarını. Çok kısa zamanda kahvenin karıştığını gördü. Çocukların az önceki tedirginliğini korku bürüdü. Kahvede kavgaya başlayanlar bir şeyler söylüyorlardı birbirlerine. Ne söylediklerini duyuyordu ama anlayamıyordu. Bir başka dili konuşuyorlardı. Tüm gençliği boyunca buralarda çokça karşılaşmadığı bir dildi. Tüm bu karambolün içinde tanıdık bir yüz belirdi. Bir yerlerden tanıyordu ama nereden diye düşünürken; tüm kış aklını işgal eden yağmurlu Pazar gününden buldu çıkardı o tanıdık yüzü. “Yeni Gelen Adam” dı bu.
  Ne yapacağını bilemez bir halde masaya yığıldı. Yeni gelen adam bir kez daha geldi ve masadaki boş sandalyeye oturdu.

  -O hemşerim hoş geldin. Hoş geldiniz çocuklar. Hangi rüzgar savurdu seni buralara. Bunca yıldan sonra teşrif ettiğine göre fırtına gibi bir şey olmalı. Sen beni de tanımamıştın o zaman yine tanımadın değil mi? Dedi.

  Yeni Gelen Adamı yine şaşkınlıkla dinleyen Sadık, sadece “hayır tanımadım” manasında kaşlarını kaldırabildi. Bu adam ne zaman konuşmaya başlasa Sadık susuyordu. 

  -Ben Rıfat. Sizin evin az altında oturan Rıfat. Yaz, kış demeden 5 yıl karşı köye beraber okula gittiğin Rıfat. Sizin bahçedeki harkta beraber çöpten gemiler yüzdürdüğün arkadaşın Rıfat, dedi. 

  Sadık’ın şaşkınlığı bir kat daha büyüdü. Ama bu şaşkınlık tanıdık bir yüz bulmanın sevinçini de beraberinde getirdi. Sadık, “mahşer yerinde” tanıdık bulmanın sevinci ile Rıfat’ı ayağa kaldırdığı gibi sarıldı. Rıfat içindeki hınçı bırakmış yıllar sonrada olsa tekrar bulduğu arkadaşı ile muhabbet denizine açılmıştı. 

  -Ne kadar da bize benziyorlar değil mi? Dedi ve arka masada oturmuş sohbet edenleri, kahvede az önce kavgaya tutuşmuş olanları ve çay yetiştirmeye çalışan garsonu gösterdi.

  -Bu işler böyledir Sadık. Sen gelmezsen, ben gelmezsem birisi gelir sahip çıkar. Sonra da “Bunlar kim? Nereden geldiler” diye sormayacaksın, artık soramazsında. Sana gösterdiklerimi tanımadın değil mi? Diye sordu Rıfat. Sadık yine ve sadece “yok tanımadım” der gibi kaşlarını kaldırdı. Rıfat devam etti konuşmaya:

  - Bir başka diyarın çocukları bunlar, dedi.  

  Bakır rengi bir tat geldi yapıştı Sadık’ın diline, damağına. Zamanında elinden tutup getirmediği çocuklarının, büyümelerinin altında ezilmişti anıları ve ezilen her anı sahibini kendinden de çok acıtırdı. Rıfat yola koyulmuştu. Yıllardır içini acıtan ne varsa hep Sadık’a söylemeyi beklemiş gibiydi.

  -Sen, ben sahip çıksak; arada bile olsa gelip boş arsamıza baksak, kimseler buraya gecekondu dikmeye cesaret edemez. Ancak biz bırakmışız, sahipsiz bırakmışız. Yıllar sonra geliyoruz, bir bakıyoruz ki arsamızın üstüne gecekondular dizilmiş. Ne olmasını bekliyorduk ki. Yazdan yaza gelmek bu kadar mı zordu? Sözüm senin gibilere; seviyorum diyenlere. Yoksa çıktığı kabuğu beğenmeyenlere değil, dedi.

  Sadık, memlekete erişmek için kat ettiği o uzun yolda yorulmamıştı, şu kısa konuşmada yorulduğu kadar. Aradığını bulamamış olmanın hüznü yapıştı gözlerine. 

  -Evet baba, bu amca haklı. Buralar, yukarıdaki çeşme, kurumuş dere, şu kavgaya tutuşmuş insanlar hiç senin anlattığına benzemiyor. Oysaki senin cümlelerin ile kurduğum hayallerim çok daha güzeldi, dedi büyük kız.

  Kızı haklıydı, Rıfat haklıydı. Sadık bile inanamıyordu bugüne ve hafızasına kazıdığı anılara. İki yabancı gibilerdi: Anılar ve şehir. Hiç yan yana gelmemiş gibi. Geçmişe sırt dönmüştü şehir. Hafızasında yer eden anılar burada mı yeşermişti, çiçek açmıştı, inanamadı. Suç kimindi? Şehrinin değil de ya elbet!

  Bir insan anılarına ihanet ettikten sonra kime ihanet etmez ki? Sadık’ın yüreğine ince bir sızı düştü. Gurbet türküleri gibi, ağıtlar gibi, dert kapladı içini. “Ah” dedi. “Gelseydim her yaz, iki gün kadar bile olsa az. Akardı bu derenin suyu, sızlamazdı içim inceden biraz.” Diye dertlendi. Kızlarına döndü:

  -Haklısınız evlatlarım, haklısınız. Buralar hiç benim anlattığım yerlere benzemiyor. Ama şunu da bilin buranın mayası sağlamdır. Sen bir sahip çıkarsan, O senin peşini bin defa bırakmaz. Geleceğiz artık her yaz, geçmiş tüm yıllarımıza inat, dedi.

  Garson üç tane vişne suyu bıraktı masaya. Sadık garsona “ bu ne? Ben meysu istemiştim” dedi. Garson “maayysu mu? O da ney olirki?” dedi. Sadık “tamam tamam gerek yok” dedi. Daha fazla zorlamadı. Bugün bir kez daha anladı ki; hiç bir şey eskisi gibi kalmıyor. Her devrin kendine özgü bir güzelliği var. O güzelliği gelecek nesillere taşımak istiyorsan, adam gibi sahip çıkacaksın. Emek vereceksin. Ortalıkta bırakmayacaksın. Öyle ulu orta yerde kalırsa; bir başka diyarın çocukları gelir, elinden alır ve içine bakırdan acı bir tat bırakır.

  Saygılarımla…
  m.fatih aydemir
  06.06.2006

sandık lekesi

    sandık lekesi
  
    Taraf olmak, yandaş olmak, aidiyet duygusunun çekimi karşısında büyülenip bir yöne doğru bakmak, bu vazgeçilmesi mümkün olmayan bir gerçek. Sizlerde bilirsiniz ki tek başına payitaht sahibi olmaktansa, kahkahalara boğulan sıradanların grubunun içinde birey olma dürtüsüne hep yenik düşeriz. Bu öyle bir etkidir ki, yaratılmış her canlı yaşayabileceğini en güzel hayatı hep ve en az iki kişi olarak düşünür.

    Bu taraf olma gerçeği ister bireysel olsun, ister toplumsal olsun, ilk insan Hz.Adem’den bu yana süre gelen en eski yaşam gerçeklerindendir. Tercihlerimizle hep bir yönden yana olmuşuzdur. Aslında her tercihimizle, tercihimizin dışına ittiğimize “ben senden yana değilim” de demişizdir. “Habil’den mi yoksa Kabil’den mi” sorusundan bu binyıla kadar sayısı bilinmez taraflar, yönler doğdu yeryüzüne ve birileri “kimden” yana olduğunu ya da olmadığını dile getirdi. Karınca ağzında su taşıdı.

    Dünya üzerinde bilinen tüm inanç sistemlerinde “saygı” ifadesi “sevgi” ifadesinden hep önce yazılmıştır. İnsanın kendisi ile başlayan bu saygı çemberi, yanındakinden ötedekine ve en uzaktakine dahi olsa duyması gereken bir düstür olarak ezberletilmiştir. Yedi yıl boyunda çorbasını içtiği tekkeye eğri odun getirmeyi şuç bilen Yunus’un, -en azından aynı topraklarda büyümüş olma şansı ile- torunu olma sevdasına düşmüş bizler acaba kime saygı duymayı bir erdem biliyoruz?

    Dünya üzerinde işini hakkı ile yapan her bireyin –sadece bu sebepten ötürü bile olsa- saygı duyulmaya hakkı vardır. Hakkı ile yaptığı işten sonra o bireyinde sevinmesi bir o kadar da doğal değil midir_? Her meslek, kendine özgü davranış biçimleri, izlediği yön ve yöntem sistemini de beraberinde getirir. 

    İşte yukarıda bahsi geçen saygı, işi skor üretmek olan bir futbol oyuncusunun, gol sonrası sevincinin “hangi yöresel gerçeklerden ötürü” tekmelenmesi ile bağdaşabilir. Tekme sahibinin savunması ise “aşırı sevincini uyarma adına” atılmış bir tekme olduğunu söyleyecek kadar saygıdan uzak. Diyarbakırspor-Konyaspor maçında yaşananlardan bahsediyorum. Kimlerin torunuyuz ve kimlere benzemeye başlıyoruz. Büyüdüğü topraklardan uzakta, yaşama tutunma arzusu ile sarıldığı futbol’un en güzel ürününü sunan, rengi siyaha yapılan, yüzümüze çalınmış en büyük kara leke oldu. O sahanın orta yerinde elinden alınmış sevinçi ile kalakaldı. Yediği tekmeden sonra Bebbe masumluğunda önce şaşkınca bir bakındı ve sonra bu utancı görmemek istermişcesine kapanıp ağladı. Çünkü O, bizim taraf olduğumuza taraf değildi. Hangimiz kaybettiğimiz her oyun sonrası arkadaşımızı dövmüştük. Ya da şunu düşünün lütfen; her yenilgimiz ile biten oyun sonrasında arkadaşımızı dövmeye kalksaydık, kim bizimle oynamak isterdi. Futbolun icadından bu yana hiç olmadığı kadar para ile içiçe olması, o tribünleri dolduranları ne denli ilgilendiriyordu ki. Seyir zevki için geldikleri tribünlerde gördükleri golün sahibi olmamak bu kadar mı gattarlaştırıyordu.     

    Diyarbakır’da bunlar olurken dünyanın bir başka coğrafyasında attığı muhteşem goller ile tanınan bir başka siyah tenli, yaptığı en iyi işi unutmak, yokolup, kaybolup, kaçmak istercesine Real Zaragoza-Barcelona maçında sahayı terk etmeye kalktı. Teninin rengi ile bir tarafta olan Samuel Eto kara kafalıların ağızları leş kokan ırkçı tezahüratlarından artık bunalmıştı. Ten renginin ayrımcılığında, işini iyi yaptığı için saygı görmek yerine aynı yönde, aynı tarafta olmayanların açımasızlığında boğuldu. 

    İspanyollar, yüzlerce yıl önce de buna benzer tavırların sahibi idiler. Aynı inanç sisteminde olmadıkları için, Yahudilere acımasızca engizisyon mahkemelerinde adalet dağıtıyorlardı. Ve uzun yıllar sonra Yahudiler bu kez de II.Dünya savaşında Alman Milliyetçiliğinin tankları altında yok oluyorlardı. Oysa ki bizler, İspanya’dan Engizisyon acımasızlığından Müslüman halkı kurtarırken, Yahudilere “siz gelmeyin” dememiştik. Bizden olmayan bu insanlara, tarafımızda olmasalar bile, insan oldukları için saygı duymuş, kucak açmış ve sahip çıkmıştık. 

    Bizlerin, onlara saygı duyacağımıza olan inançları “Bebbe” nin ayağına atılan tekme ile yaralanmamış mıdır? Diyarbakır’da gördüğümüz korku filmi, bizlerin saygı ikliminden taşınalı çok olduğunun fotografı değil midir_?

    Küçülme sevdasına düşmüş, globalleşme sevdasındaki dünyanın peşisıra giderken, tüm bildiğimiz iyi şeyler torbamızdan mı düştü acaba? Hep kazanma ve sadece ben kazanma duygusuna nasıl oldu da bu kadar esir düştük? Niye bizi biz gibi büyütmediniz diye kime soracağız?

    “Komşum daha siftah yapmadı” diyen esnafın cenazesi kalkmış biz yasından habersiziz. 

    Artık sakladığımız, örf,anane, gelenek sandığını çatı arasından çıkartmak gerek-miyor mu! Sandığın lekesinden de koyu, Bebbe’nin yaşadıkları...

   Bir Hatırlatma: O güzel vatan evlatları, yaşayacak günlerine inat, gelecek nesillerini yaşatmaya imanlı yürekler, başka bayrak gölgesinde olmaktansa mavzer güneşinde yanıp-yok olmayı seçmiş şühedalar. Şimdi bizi görselerdi ayırtedebilirler miydi kim Türk, kim Anzak diye!

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir  
   02.03.2006

zaferle dönmek değil, mücadele ile ölmekte yeterdi

      zaferle dönmek değil, mücadele ile ölmekte yeterdi

      Dahili anons stad içinden yankılanıyor: “Maçın başlama düdüğü çalana kadar ıslık dahil lütfen hiçbir tezahürat yapmayalım. Maçın ilk düdüğünden itibaren de son ana kadar hiç susmadan takımımıza destek olalım. Maç başlayana kadar olan bu sessizlikle rakibi ilk andan şaşkına çevirelim.”  Seyirci olmaktan uzun zaman önce sıkılan, yorulan, yıpranan, anlamsızlığını keşfeden ve taraftar olma yolunda bir hayli dere tepe aşan, bilinçle büyüyen, gün gördüm, günler gördüm diyenler bu nasihate uymadılar, duymadılar, duramadılar, duramazlardı artık. Yüz yıldır varılmak istenen bir vahanın yakınlarına erişmiş olmanın morali ile bitmiş, tükenmişte olsalardı, ilk adımlarını atan bir çocuk gibi yenilenmişlerdi. Bırakın rakibin (eskilerin deyimi ile) topçularını, malzemecisi çıkış tünelinden kafasını sahaya uzattığında ıslığa boğuluyorlardı. Tribünler için çok şey daha söylenebilirdi; arzulu, tutkulu, heyecanlı, kıpır kıpır, keyifli, mutlu ama en çok da huzurluydular. İnsan yapısına has doyumsuzluklarını aşmıştı, takımlarının bu yıl ki başarıları... 

humâr-ı mestân

  humâr-ı mestân

   Her ne kadar bir tarafı pencerede olsa dört duvarın sıkışıklığında ezilmiş gibiydim. Cam kenarına oturmuş ve ellerinin arasına hapsettiği yüzüyle zemheriye “buğz etmiş” bir çocuktu ruhum. Soğuk ve gri her günü hiç üşenmeden an be an baharın koynuna doğru süpürdüm. 
                                                                                       
   Kış mevsiminin başında (neredeyse) büyük ve hüzünlü ritüellerle gar dolabın ücra köşesine, çek yatların altına gizlediğim yazlık kıyafetlerimi birer ikişer ortaya dökmeye başlıyorum. Yüzümde ve gönlümde afacan bir tebessüm birikiyor. Çünkü ne vakit yazlık kıyafetleri toplayıp kaldırsam içimdeki çocuğa karşı mahcup olur, utanırım. Bir türlü vedalaşamam. Hep ötelerim. Soğuklar gelse de tiril tiril kıyafetlerimle baharın son kalesi olurum. Kışın acımasız ve ısıran çelik dişlerine direnirim. Kasım gelmeden onları kolay kolay gözümün önünden kaldırmam. Sonra gün gelir ve geçer bahar ufak ufak bir yerlerden (sanki) seslenir. Kimi zaman karanlık bir kış gecesinde pürüzsüz bir gökyüzü ile ‘en yakın zamanda geliyorum’ der, kimi zaman da, bir martının çığlığı ile açılmış ağzından güneşin parıltısı oluverir ve güverteye düşer. Bazen de kış sonunda densiz bir erguvan ağacının dalı olur, çiçeklenir, nisan kokar. 

   Şubat’ın ‘bahar mı geldi?’ diye kandıran yalancı güneşi bir gün şehri vurur ve aşk mevsimine açılır İstanbul’un kanatları. Güneşle birlikte içimde bir isyan ısınır, duramam ve bu döngünün en keyifli yerine kapımı ardına kadar aralarım. Yazlık kıyafetlerimi hapsettiğim yerlerden birer ikişer kaçırırım. Firarlarına yardım ve yataklık etmek suçuna yenilmeyi, bu günleri, bu mağlubiyeti çok severim. Hele bir de saatleri kurcaladıkları günün ertesinde gün uzayıp gider (ki) ömrüm uzanır sanırım. Oysaki saatler hepi topu bir saat ileri alınmıştır ama ben hiçbir saat alınganlık göstermesin, gönül koymasın diye hepsine yetişmek ister gibi telaşlanırım. İçimde sevinçle bezenmiş bir acelecilik büyütürüm ve aynı bahar gibi her gün yeni bir çiçek açmak isterim. Sonra bir daha hiç kış gelmeyecek, çocuklar üşümeyecek saflığıyla kumdan bir kale yaparım, yeni kışın ilk dalgasında erisin diye. 

   Biliyorum bu son soğuk akşamlar artık. Biliyorum bu son karayeldir artık. Biliyorum bu yağmur bahar temizliğidir. Bu son yağmur bir sonraki hazanda dallardan dökülecek yaprakları büyütmek içindir. Sen, öldükten sonra dirilmeyi sorgulayan akıl-sız, hiç mi bahara ermedin! 

   Tomurcuk açmaya yeltenmiştir artık içimde ki kırgın dallar. Yükümden eğilip filizlenen yeşilliklere ilahi bir muştu gibi dokunuyorum.  Ruhum, çiçeğe vurgun baharın ilkine susamıştır, bugün yarın kana kana sümbül kokan sabahlara uyanırım. Yıldızlardan taç yapma mevsimidir artık. Sevdiceğimi alıp serin bir akşamda yakamozu sudan çıkartmaya gideriz. Bir meltem yakamozun deniz tarafındaki ucundan tutar ve Hereke halısı gibi sara sara getirir sahildeki çakıl taşlarının üstüne bırakır. Bir ateş yakarız; dağ, taş, deniz ve çığlık atarken baharı ağzından düşüren martı gelir ve bir de en çok kurumaya muhtaç yakamoz. Omzuma yakışan başını koyar sevdiceğim ve özenle seçilmiş bir şarkı mırıldanır bahar kokulu soluğuyla…

   Aramızda dağlar yollar yıllar var iken, 
   Beni sana sımsıkı sarılı görenler olmuş... 
   Sargın yaprakmışım dallarına, 
   yangın toprakmışım yağmurlarına. 

   Türkü olmuşsun, umudummuşsun 
   sevdama yarınlarıma...


   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir



   * humâr-ı mestân (ayıkmak üzere olan sarhoş)
     http://www.youtube.com/watch?v=__j8TjE8bKU