seni sevmiştim de ondan
Onu ne zaman sevmeye başlamıştım? Ne zamandır her gittiğinde özlüyordum? Türkülerin ezgileri gibi, gözyaşı ile beslenen acılar gibi, içimi sızlatırdı; her geç geldiği günün gecesi. Oysaki onun erken geldiği akşamlarda, sokağımızın başında, elinde evin günlük ihtiyaclarını taşıdığı poşeti ile göründüğünde, avdan dönmüş cesur bir yiğit gibi gelirdi gözüme. Kimi arkadaşlarım, babalarının gelişi ile sokakta geçirecekleri zaman vizesinin doluşuna üzülürlerdi. Ben ise onun erken gelişlerinden duyduğum mutlulukla, uçarmışcasına koşar ellerinde ki poşetlere sarılırdım. Eve olan 20-30 adımlık mesafede hal-hatır edişimizin bana sunduğu mutluluk, sonsuz bir lezzet ikliminin orta yeri gibi idi.
Ona benzetilmek, onunla anılmak, ismimin önüne isminin geldiğini duymak, içimi güneşli bir bahar günü gibi sıcacık kılıyordu. Yan yana durduğumuz her yer Ağrı Dağının doruğu, yan yana yürüdüğümüz her yer kral yolu idi. Ben tüm bu yaşananların içinde ormanlar kralının yanında yürüyen minik yavrusu gibi salınıyordum. Öyle bir keyifti ki bu, kimselerle paylaşmak istemeyeceğim kadar bencilliğe sürüklüyordu beni.
Her keyfin yanına sokulan bir de sorumlulukları, bedelleri ve karşılığı vardır. Onun karakterinde, kendisinden başlayıp çevresine sunduğu asırlardır biriktirilmiş Anadolu ruhu vardı. Hayatının vitrininden sunduğu her şeyin parlak ışıklarla aydınlatılmış, kişiye özel meziyetler bütününe sahip oluşu gibi aşılması zor ama aşıldığında yüce bir uç nokta vardı. Bunları görünce korkmuyor muydum? Hem de nasıl korkuyordum “Adam akıllı korkuyordum”. Aklıma düştü o an, yine Ondan duymuştum. (burada ismini yazmayacağım) bir ilim adamı,yazar için bir arkadaşı nükte kılıfına saklayarak şöyle demiş;
-Sen bu dünyaya bir iyi, bir de kötü iki eser bıraktın. İyi eserin şu elimde tuttuğum kitabın, diğeri ise oğlun” demiş.
Bu duyduğumun akentodun üzerimde bıraktığı tesirin sözcük karşılığı fobi idi. Bu fobim başucumda salınan endişe kılıcıydı artık. Onu taklit etmekle hiçbir kazanım sağlayamayacağımı biliyordum. Bir yolunu bulmalı ve O’na yetişmeliydim.
Tüm bunları düşünüp bir kez daha hayalimde yaşatırken arkadaki aracın acı fren sesi ile irkildim. Direksiyonu sağa kırdım ve öz önce fren yapan araç yanıma yanaştı. El kol hareketleri ile çok sinirlendiğini anlatmaya çalışıyordu. Sinyal vermeden yan şeride geçmiş ve arkadaki aracı zor durumda bırakmıştım. Yandaki şoförün göz bebeklerinin büyüdüğünü görebiliyordum. Destanlarda anlatılan ejderhalar gibiydi. Neredeyse ağızdan alevler çıkacaktı. Haklıydı da. Kendimi toparladım. Bilmem kabul etti mi ama ben yine de özürlerimi sundum ve tekrar yola koyuldum.
Yüreğime düşmüş acıyı söküp atamayacaktım. Yalnız kalmıştım. Artık hiç kimselerin dolduramayacağı bir boşluğun sahibiydim. Yüreğimin orta yerine güneşin en yakıcı yerinden kopup gelen koca bir taş düşmüştü. Bu alev parçasının açtığı çukur giderilmez yalnızlıklar ve ızdırabla dolu idi. Şimdi kimselerin anlamadığı bir dilde feryat figan ediyordu yüreğim. Sesini duysalar sessizliğe gömülmeye razı nice yürekler serilirdi önüne. Acıydı bu nasıl anlatılır ki…
Onu, zaman zaman üstüne yığılmış hayatın, boşluk bıraktığı aralığından, yorgunluğunu haykırırken bulurdum. Bu feryadında bile o mağrur duruşunu asla kaybetmezdi. Bu hayata karşı sıra dışı duruşu, kimilerinin gözünde hoş olmayan ifadelerle adlandırılsa da, onun direnişinin kaynağının Mesneviden yüreğine süzülmüş İhali emrin izdüşümleri olduğunu hiç aklımdan çıkartmazdım.
Düşünmekle bitmeyen ortak anılar sahibiydik. Boşluk vermeden sıralanıyordu yaşadıklarımız. Aklımın vagonlarına yüklediğim anılar, sonu gelmeyen bir derinlikten geliyor gibiydi. Koşarcasına gözlerimin önüne geliyor ve sıradaki için ara vermeden bir diğerini çağırıyordu.
Bizi bırakıp gurbete gittiği gün düşüyor gözlerimin önüne; Kendimi beş, altı yaşlarında, evimizin penceresinde, ardından ağlayan gözlerle bakarken buluyorum. Yüreğime sürülmüş acı, o çocuk yaşlarda başlayan “gidip dönmezse korkusu” bekli de en çok o günden kalmıştı. O gün nasıl da ağlamıştım. Sonu olmaz hıçkırıklar boğazıma gelip yer edinmişti. Gözlerimden süzülen damlalardan artık yolu göremez olmuştum. Bir yandan arabayı kullanmaya çalışıyor bir yandan da elimin tersi ile gözlerimi silmeye çalışıyordum. Onlarca yıl geri de bıraktığım beş,altı yaşındaki çocuk gibi ağlıyordum. Artık biliyordum ki “hiç geri gelemeyecekti gittiği yerden”.
Saygı, O’nun hayatından asla çıkarmadığı “Edep Ya Hu” diline yapışmış düsturu idi. Mesleğinden gelen ceket, kravat giyim tarzı, karakterine de işlemişti. Ceketi hep ilikli, kravatı hep olması gerektiği gibi düğümlü idi, saygıyı hak eden her şeye ve herkese karşı. Kendisi için bunu beklemezdi. O saygıyı şekillere hiç bir zaman gömmemişti. Sigara içmediğime üzüldüğüm bir tek nokta vardı o da onunla karşılıklı içemediğim içindi.
Sevdiği şeyler aklıma sıralanıyordu. Doğup da yaşadığım yıllara kadar biriktirdiğim üç-beş anı vardı Ağın’dan bana kalan. Oysa ben bin yıl yaşamış kadar seviyordum Ağın’ı. Elazığ’ı Harput’dan ilk gördüğümde 20’li yaşlarım ortalarındaydım. Oysa ki biz her akşam, hem de hiç yorulmadan Harput’a gidiyor oradan Mezire’ye bakıyorduk. 1800’lü yılların ortalarında Harput’a niye bu kadar çok Amerikan Koleji kurulduğunu tartışıyorduk. Harput’un sadece şehri görmeye yarayan bir tepe olmadığını, yüreğimize düşmüş “o gül sevdasının” havasını taşıdığını anlatıyordu. Biz köprünün yapılması hiç beklemeden bir adımda Ağın’a varıyorduk. Zafer Gençaydın ağabeyimizden öğrendiğimiz bir zamanların 10.000 kişilik nüfusuna sahip Ağın’ın hayalini büyütüyorduk. Müderris Hüseyin Efendi’nin peşinden İstanbul’a geliyorduk. Saraya beraber giriyor, padişah ile olan konuşmasına şahit oluyorduk. Kerkük’ü kültür sınırlarımıza katıyorduk. Küçük üçgenlerde (Eğin,Harput,Arapkir) büyük sevdaları kovalıyorduk. Ben Ağın’ı niye sevmiştim?
-Seni sevmiştim de ondan!
diye, bir şey döküldü düşüncelerimden dilime.
Acısına inat, sevdiklerini büyütmek istedi yüreğim. Onu daha yeni uğurlamıştık. Büyük üstad Yahya Kemal BEYATLI’nın dediği gibi;
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti;dönen yok seferinden
Elimi arabanın teybine uzattım. Düğmeyi çevirdim. Arabada bulunanlar bu acıya uygun düşmeyen davranışıma ses edeceklerdi ki adaşım ve hemşerim olan Kısaparmak’ın sesi duyuldu. Yüreğimin dehlizlerinden kopup gelen hıçkırıklara eş, gözyaşı denizime karşıtı türküsü;
“Benim babam mert adamdı, mangal gibi yüreği
Yufka gibi kalbi vardı, hayatım boyunca ona özendim
Fedakârdı ! bir dikili ağacı olmadı belki
Ama kendisi, onuruyla yaşayan koskoca bir çınardı
Üstümde ki kol kanat, sırtımı yasladığım dağ gibiydi
Ben babamın oğluyum, tepeden tırnağa Anadolu’yum”
Sevgili babacığım seninle yaşadığım her anın nimet olduğunu biliyorum. Sana ve yüreğine Ağın sevdası düşmüş tüm büyüklerime Allah nice hayırlı uzun ömürler versin.
Saygılarımla...
m.f.aydemir
24.03.2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder