Sayfalar

13 Haziran 2013 Perşembe

sandık lekesi

    sandık lekesi
  
    Taraf olmak, yandaş olmak, aidiyet duygusunun çekimi karşısında büyülenip bir yöne doğru bakmak, bu vazgeçilmesi mümkün olmayan bir gerçek. Sizlerde bilirsiniz ki tek başına payitaht sahibi olmaktansa, kahkahalara boğulan sıradanların grubunun içinde birey olma dürtüsüne hep yenik düşeriz. Bu öyle bir etkidir ki, yaratılmış her canlı yaşayabileceğini en güzel hayatı hep ve en az iki kişi olarak düşünür.

    Bu taraf olma gerçeği ister bireysel olsun, ister toplumsal olsun, ilk insan Hz.Adem’den bu yana süre gelen en eski yaşam gerçeklerindendir. Tercihlerimizle hep bir yönden yana olmuşuzdur. Aslında her tercihimizle, tercihimizin dışına ittiğimize “ben senden yana değilim” de demişizdir. “Habil’den mi yoksa Kabil’den mi” sorusundan bu binyıla kadar sayısı bilinmez taraflar, yönler doğdu yeryüzüne ve birileri “kimden” yana olduğunu ya da olmadığını dile getirdi. Karınca ağzında su taşıdı.

    Dünya üzerinde bilinen tüm inanç sistemlerinde “saygı” ifadesi “sevgi” ifadesinden hep önce yazılmıştır. İnsanın kendisi ile başlayan bu saygı çemberi, yanındakinden ötedekine ve en uzaktakine dahi olsa duyması gereken bir düstür olarak ezberletilmiştir. Yedi yıl boyunda çorbasını içtiği tekkeye eğri odun getirmeyi şuç bilen Yunus’un, -en azından aynı topraklarda büyümüş olma şansı ile- torunu olma sevdasına düşmüş bizler acaba kime saygı duymayı bir erdem biliyoruz?

    Dünya üzerinde işini hakkı ile yapan her bireyin –sadece bu sebepten ötürü bile olsa- saygı duyulmaya hakkı vardır. Hakkı ile yaptığı işten sonra o bireyinde sevinmesi bir o kadar da doğal değil midir_? Her meslek, kendine özgü davranış biçimleri, izlediği yön ve yöntem sistemini de beraberinde getirir. 

    İşte yukarıda bahsi geçen saygı, işi skor üretmek olan bir futbol oyuncusunun, gol sonrası sevincinin “hangi yöresel gerçeklerden ötürü” tekmelenmesi ile bağdaşabilir. Tekme sahibinin savunması ise “aşırı sevincini uyarma adına” atılmış bir tekme olduğunu söyleyecek kadar saygıdan uzak. Diyarbakırspor-Konyaspor maçında yaşananlardan bahsediyorum. Kimlerin torunuyuz ve kimlere benzemeye başlıyoruz. Büyüdüğü topraklardan uzakta, yaşama tutunma arzusu ile sarıldığı futbol’un en güzel ürününü sunan, rengi siyaha yapılan, yüzümüze çalınmış en büyük kara leke oldu. O sahanın orta yerinde elinden alınmış sevinçi ile kalakaldı. Yediği tekmeden sonra Bebbe masumluğunda önce şaşkınca bir bakındı ve sonra bu utancı görmemek istermişcesine kapanıp ağladı. Çünkü O, bizim taraf olduğumuza taraf değildi. Hangimiz kaybettiğimiz her oyun sonrası arkadaşımızı dövmüştük. Ya da şunu düşünün lütfen; her yenilgimiz ile biten oyun sonrasında arkadaşımızı dövmeye kalksaydık, kim bizimle oynamak isterdi. Futbolun icadından bu yana hiç olmadığı kadar para ile içiçe olması, o tribünleri dolduranları ne denli ilgilendiriyordu ki. Seyir zevki için geldikleri tribünlerde gördükleri golün sahibi olmamak bu kadar mı gattarlaştırıyordu.     

    Diyarbakır’da bunlar olurken dünyanın bir başka coğrafyasında attığı muhteşem goller ile tanınan bir başka siyah tenli, yaptığı en iyi işi unutmak, yokolup, kaybolup, kaçmak istercesine Real Zaragoza-Barcelona maçında sahayı terk etmeye kalktı. Teninin rengi ile bir tarafta olan Samuel Eto kara kafalıların ağızları leş kokan ırkçı tezahüratlarından artık bunalmıştı. Ten renginin ayrımcılığında, işini iyi yaptığı için saygı görmek yerine aynı yönde, aynı tarafta olmayanların açımasızlığında boğuldu. 

    İspanyollar, yüzlerce yıl önce de buna benzer tavırların sahibi idiler. Aynı inanç sisteminde olmadıkları için, Yahudilere acımasızca engizisyon mahkemelerinde adalet dağıtıyorlardı. Ve uzun yıllar sonra Yahudiler bu kez de II.Dünya savaşında Alman Milliyetçiliğinin tankları altında yok oluyorlardı. Oysa ki bizler, İspanya’dan Engizisyon acımasızlığından Müslüman halkı kurtarırken, Yahudilere “siz gelmeyin” dememiştik. Bizden olmayan bu insanlara, tarafımızda olmasalar bile, insan oldukları için saygı duymuş, kucak açmış ve sahip çıkmıştık. 

    Bizlerin, onlara saygı duyacağımıza olan inançları “Bebbe” nin ayağına atılan tekme ile yaralanmamış mıdır? Diyarbakır’da gördüğümüz korku filmi, bizlerin saygı ikliminden taşınalı çok olduğunun fotografı değil midir_?

    Küçülme sevdasına düşmüş, globalleşme sevdasındaki dünyanın peşisıra giderken, tüm bildiğimiz iyi şeyler torbamızdan mı düştü acaba? Hep kazanma ve sadece ben kazanma duygusuna nasıl oldu da bu kadar esir düştük? Niye bizi biz gibi büyütmediniz diye kime soracağız?

    “Komşum daha siftah yapmadı” diyen esnafın cenazesi kalkmış biz yasından habersiziz. 

    Artık sakladığımız, örf,anane, gelenek sandığını çatı arasından çıkartmak gerek-miyor mu! Sandığın lekesinden de koyu, Bebbe’nin yaşadıkları...

   Bir Hatırlatma: O güzel vatan evlatları, yaşayacak günlerine inat, gelecek nesillerini yaşatmaya imanlı yürekler, başka bayrak gölgesinde olmaktansa mavzer güneşinde yanıp-yok olmayı seçmiş şühedalar. Şimdi bizi görselerdi ayırtedebilirler miydi kim Türk, kim Anzak diye!

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir  
   02.03.2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder