bir başka diyarın çocukları
Çocukluğunu, çocukluğunun şehrini, ilk anılarını toplayıp büyüttüğü bu iklimleri bırakıp gittiği günden bu yana bir daha geri dönmemişti. Ta ki o yaza kadar. Çocukluğunun o büyük şehrini sadece hatıralarında yaşattı.
-Bir de oraya benim gözümle bakın, derdi.
Çocuklarının hiç biri bırakın onun gözü ile görmeyi daha kendi gözleri ile görmemişlerdi memleketlerini. Ahmet Kutsi Tecer’ in de dediği gibi bakıyordu oralara:
“Orda bir köy var, uzakta,
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür”
Öyle miydi acaba? Hala bizim köyümüz olarak mı duruyordu?
Yıllarca anası, atası ona her güz memleket kokan kamyon ile; peynir, tereyağı, dut, pestil, araya sıkıştırdıkları mis kokulu ekmek göndermişlerdi ama o bir gün olsun onların kokusunun peşi sıra sılaya doğru yürümemişti. Yine bir güz mevsiminin İstanbul’a yağmur nasip ettiği Pazar gününde Topkapı’ da memleket kamyonunu bekliyordu. Topkapı yine çamur deryası idi. Hani ayak uzaktamaya korkarsın; suya doymuş topraktaki her adım, yere düşmenin riskini büyütür. Buraları oldum olası sevmezdi. Memleketten gelen kamyon Topkapı’da park ettiği için istemeye istemeye de olsa buralara gelmeye mecburdu. Daha önceleri şehrin otogarı burada bulunuyordu. O zamanlarda kalabalığın keşmekeşinde boğulurdu Topkapı. Bir lanet yapışmıştı bu semtin paçalarına. Ne yapsa bir türlü kurtulamazdı bu pespayelikten. Belediye otogarı taşımıştı ama o şuursuz yapının her türlü kirliliği bu semte iz olarak yapışmış gibiydi. Sanki; kalabalığın ekşimiş kokusu, egzoz dumanı ile gözleri yakmaya devam ediyordu. Çığırtkanların kulakları tırmalayan bağırışları bir yerlerden çıkıp gelecekmiş gibiydi. Beklide buraları sevmiyor oluşu böyle görmeye ama daha çokta hissetmesine neden oluyordu. Şimdilerde ise bu garip semtin kimsesizliğini itlerin varlığı bozuyordu. Yüzüne yapışmış tiksinti ile söylenmeye başladı:
-Ben bizim memleketin şehir olduğunu, asfaltın üstünde otomobillerin yağ gibi akıp gittiğinin görürüm de bu Topkapı’nın iyi gününü göremem, diye içinden hayıflanıyordu.
Memleketi öyle olsa bile onun gitmeye, görmeye gönlü yoktu ya, neyse. Yağmur, dışarıda kalanların kişi başı damla hasılasını çoğaltıyordu. Hızlı adımlarla bulduğu ilk saçak altına sığındı. Yüzünü yıkayan yağmur damlalarını sildi ve gözlerini araladı. O anda saçağın altına hızla biri daha sığındı. Bu ani geliş korkutmuştu yüreğini. Yeni gelen adam selam verdi. Korkuyu sindirmeye çabalarken zorlukla selamını aldı. “Pazar sabahı ne işi vardı bu adamın buralarda. İn midir, cin midir?” diye düşündü. Bu günlerde gazeteler anlamsız bir çok cinayet haberini 3.sayfalarına sığdıramıyordu. Sindirmeye çalıştığı korkusu canlandı. Kafasını adama doğru çevirdiğinde göz göze geldiler. Yeni gelen adam nazik bir şekilde “sizi bir yerden tanıyor muyum?” diye sorunca korkusu durağan bir hale büründü. Bir an daha birbirlerini tanıyacaklar mı diye bakışmaya devam ettiler. Adamın nazik tavrı kaşlarının çatılması ile son buldu. Öfke ile sordu:
-Sen, sen şey değil misin? Boççik Emminin oğlu Sadık değil misin? O’sun ya O’sun..! Ne de sadık çıktın amma. Tam adın gibi, memleketine hiç ihanet etmedin. Hep sadık kaldın, dedi.
Şaşkınlık Sadık’ın yüzünü esir almıştı. Bırak cümle kurmayı tüm sesleri unutmuş gibiydi. Zorla bir “he” diye bildi. Yeni gelen adam sazı eline almıştı. Sözlerin atına binmiş öfke, yalın kılıç Sadık’ın yüreğini deşiyordu.
-Sen çık git memleketten, bir daha da uğrama..! Ama gel buraya o zavallı anandan, babandan gelen nimetleri çocuklarına taşı. Hiç utanma..! Nimet onların dualarında, yanı başında olmaktır. Memlekete gitmek, onlara oralara sahip çıkmaktır. Sen çocuklarına bunları taşıyacağına, çocuklarını o diyarlara taşı, dedi.
Yeni gelen adam saçağın altından çıktı. Hızla ve hırsla yürüdü. Sadık olduğu yerde kalakalmıştı. Ardından seslenemeyecek kadar güçsüzleşmişti. Adamın sövgüyü aşan sözlerinin altında ezilmişti. “Kim di bu adam?” diye düşündü birkaç dakika. Kendi yaşlarında biriydi. Aklının derinliklerine yuvarlanmış “bu hiç tanımadığı simayı” aramaya koyuldu. Bu uğraş öyle yormuştu ki olduğu yere çömelmek zorunda kaldı. Sonra yeni gelen adamı tanımak için verdiği uğraştan vazgeçti. Adamın söyledikleri, O’nu tanımış olmasından da önemliydi.
Dalgınlığına yenik düşmüş halinden, bir kamyonun etrafını sarmış olan insanların sesleri uyandırdı. Oraya doğru yürüdü. Kamyon memleketinin plakasını taşıyordu. Eller kamyonun kasasına doğru uzanıyor adına gelmiş olan kolilerle buluşuyordu. Kamyoncu Osman hem kolileri kasadan aşağıya iletiyordu hem de memleket suallerine cevap yetiştirmeye çalışıyordu. Kamyon, erzak değil de sanki; büyük şehrin telaşında büyüyen gurbet acısına merhem getirmişti. Sadık kalabalığın ardından:
-Sadık Gişigiller adına bir koli var mı? Diye sordu. Kalabalık sesin geldiği yöne doğru döndü. Sadık, yeni gelen adamın söylediklerini sanki hepsi duymuş gibi utandı her birinden.
“Var Ağabey” dedi, Kamyoncu Osman. Sonrada kolisini uzattı. Sadık kolisini alırken O adamı bir kez daha gördü. Adamın yüzüne vuran öfke hala sıcaklığını koruyordu. Sadık bir şeyler demek istedi, diyemedi. Kolinin ağırlığından ziyade yüreğindeki acı onu çamura batırıyordu.
Yıllar önce, bıyığının yeni terlediği o kış, tezkeresinin daha dumanı tüterken gurbeti ev, sılayı el eylemişti. Bir daha da geri dönmedi. O’na sorsan “Nasip olmadı” derdi. Hep nasip gerçeğinin ardına saklandı durdu. Sorduklarında memleketi “seviyorum” dedi. Sevmek bu muydu?
Düşünce denen ağır yükü sırtlamış yürüyordu:
-Haklı be adam söylediklerinde. Az bile dedi. Ben ki memleket der dururum, evde çocuklara sorsam memleketleri “şehir” olmuştur, diye itiraf etti kendine.
Bu olanları kimselere diyemedi. Ama yeni gelen adamın söylediklerini her hatırladığında yüreği içten içe kanadı. Güz kışa, kış bahara yenildi. Yeni gelen adamın sözleri o günden beri içine çapa gibi saplanmıştı. Memlekete gitmek farz-ı ayındı artık. Hanımı ve çocukları aldığı gibi yola koyuldu. Uzun memleket yolunda çocuklarına yüzlerce defa anlattığı çocukluk ve ilk gençlik hatıralarını bir kez daha anlattı. Memleketini anlatırken yıllardır hiç olmadığı kadar mutlu idi. Tüm yol boyunca tasvir ettiği yer, çocukların gözünde artık cennetten koparılmış gibiydi. Nerdeyse memleketin kapısında onları ilk selamlayan Tuba Ağaçları olacak gibiydi. Memleketinden çizdiği insan manzaraları günahsız bebeklerin yüzlerini anımsatıyordu. Küçük kızı, her yaşıtı gibi ilk aklına düşen soruyu iletti: Babacığım, o zaman niye şimdiye kadar hiç gitmedik biz senin köyüne, dedi. Saatlerdir yüzü gülen Sadık, Küçük Kızının sorusuna yenildi. Mağlubiyetin acısı ile sustu.
Memleketine doğru ilerledikçe büyük şehirlerin göklerine küskün yıldızlar saklandıkları yerden çıktılar. Gökyüzünün kandilleri hiç şaşırmadıkları yerlerini bir kez daha almışlardı. Gecenin en derin yerinde memlekete ulaştılar. Geleceklerinden haberleri olan anası ve babası onları kapının önündeki sedirde bekliyorlardı. Hasret yenilmişti. Torunlarının kokusunda bahar açmıştı ihtiyar yürekleri. Oğullarına “ah be oğul niye gelmedin bunca yıldır?” sitemi ile sarıldılar.
Sabahın ilk ışığı Sadık’ın yüzü ile buluşunca, yolun tüm yorgunluğunu da yatağında bırakıp, heyecan ile kalktı. Alelacele yüzünü yıkadı. Evdekileri birer birer uyandırmaya başladı. Kahvaltının ardından çocukları aldığı gibi yola koyuldu. Çarşıya doğru ilerlediler. Evler, sokaklar, yola karşılıklı dizilmiş dut ağaçları, ilk bakışta her şey eskisi gibi duruyordu. Yürümeye devam ettikçe sadece “ilk bakışta” öyle durduğunu anlamaya başladı.
Sarı Su Deresi: Çağlayanları kıskandıran bir hınçı vardı. Baharı bulduğunda “gürül gürül” akardı. Şehri bir uçtan bir uça gezerdi de yine de öfkesi dinmezdi. O da mı Sadık gibi gurbete gitmişti. Su hayat demekti! Su da, hayatın beraberce yaşandığı, niteliğin niceliklere yenildiği şehirlere mi taşınmıştı? Yoksa su, hürriyetini musluklardan mı akıtmıştı? Sarı Su Deresi’nin ismini aldığı sarı kumlar yatağında kalmış ama artık hırçın suyu kurumuştu. Çocukluğunun yazlarında içinden hiç çıkmadıkları o büyük havuzlu çeşme; Moğol istilasına mı yenik düşmüştü? Havuz kısmı kumla, taşla, çer-çöple dolmuştu. Kahvaltıdaki tuzlu peynir miydi içini yakan yoksa gördüklerimiydi? Küçük kızı:
-Susadım ben, dedi.
Su almak için iki adım ötedeki bakkala doğru yürüdüler. Çeşmelerinden su akmayan, yaz günü çocukların kurununda ıslanmadığı bir memleket olur muydu hiç? Ne olmuştu buralara? “Gezmesek de, tozmasak da, O köy bizim köyümüzdü” hani. Buralar kimin di?
Bakkaldan çıktılar. Aklını esir alan binlerce soru ile boğuşurken çarşıya vardılar. Sadık, tanıdık bir iki yüz bulabilmek için kahvenin önündeki parka doğru yöneldi. Gözleri ile tanış sima aramaya koyuldu. İlk bakışta tanıdık hiç kimseyi bulamadı. Pazar yerinde annesini kaybeden çocuk telaşı bürüdü yüzünü. Bu halini çocuklarda fark etti. Tedirgin olmuşlardı.
-Hadi baba eve dönelim artık, dediler.
-Olmaaaz! Diyerek cümlenin sonunu uzattı. Sevecen bir hal takındı. “Daha ben size meysu ısmarlayacağım” dedi.
-Meysu ne baba? Diye sordu çocuklar.
-Çok güzel bir meyve suyudur. Hele vişnesine doyum olmaz. Öyle her şehirde de bulunmaz. Çok seveceksiniz çok, dedi.
Parka oturdular. Garsonu bir el işareti ile yanına çağırdı. Garson “Ne istediği sordu”. Sadık bir kez daha ama bu sefer daha sert bir şekilde şaşkınlık duvarına çarptı. Garson, buralarda hiç duymadığı bir lehçe ile konuşmuştu. Oysaki ona doğru yürürken “acaba bu genç kimlerden? Yüzünün hatları ne kadar da bu bölgenin insanından izler taşıyor” diye düşünmüştü. Zorlukla “üç meysu, vişne olsun” diyebildi. Garson uzaklaşırken arka masada oturanlara ait cümlelerin sesi, kulaklarının hiç alışık olmadığı bir iz bıraktı. Refleksle dönüp arka masaya baktı. Ama tam da bu anda kahvede oyun oynayan bir grubun bağırışlarını duydu. Bu seferde o yöne çevirdi bakışlarını. Çok kısa zamanda kahvenin karıştığını gördü. Çocukların az önceki tedirginliğini korku bürüdü. Kahvede kavgaya başlayanlar bir şeyler söylüyorlardı birbirlerine. Ne söylediklerini duyuyordu ama anlayamıyordu. Bir başka dili konuşuyorlardı. Tüm gençliği boyunca buralarda çokça karşılaşmadığı bir dildi. Tüm bu karambolün içinde tanıdık bir yüz belirdi. Bir yerlerden tanıyordu ama nereden diye düşünürken; tüm kış aklını işgal eden yağmurlu Pazar gününden buldu çıkardı o tanıdık yüzü. “Yeni Gelen Adam” dı bu.
Ne yapacağını bilemez bir halde masaya yığıldı. Yeni gelen adam bir kez daha geldi ve masadaki boş sandalyeye oturdu.
-O hemşerim hoş geldin. Hoş geldiniz çocuklar. Hangi rüzgar savurdu seni buralara. Bunca yıldan sonra teşrif ettiğine göre fırtına gibi bir şey olmalı. Sen beni de tanımamıştın o zaman yine tanımadın değil mi? Dedi.
Yeni Gelen Adamı yine şaşkınlıkla dinleyen Sadık, sadece “hayır tanımadım” manasında kaşlarını kaldırabildi. Bu adam ne zaman konuşmaya başlasa Sadık susuyordu.
-Ben Rıfat. Sizin evin az altında oturan Rıfat. Yaz, kış demeden 5 yıl karşı köye beraber okula gittiğin Rıfat. Sizin bahçedeki harkta beraber çöpten gemiler yüzdürdüğün arkadaşın Rıfat, dedi.
Sadık’ın şaşkınlığı bir kat daha büyüdü. Ama bu şaşkınlık tanıdık bir yüz bulmanın sevinçini de beraberinde getirdi. Sadık, “mahşer yerinde” tanıdık bulmanın sevinci ile Rıfat’ı ayağa kaldırdığı gibi sarıldı. Rıfat içindeki hınçı bırakmış yıllar sonrada olsa tekrar bulduğu arkadaşı ile muhabbet denizine açılmıştı.
-Ne kadar da bize benziyorlar değil mi? Dedi ve arka masada oturmuş sohbet edenleri, kahvede az önce kavgaya tutuşmuş olanları ve çay yetiştirmeye çalışan garsonu gösterdi.
-Bu işler böyledir Sadık. Sen gelmezsen, ben gelmezsem birisi gelir sahip çıkar. Sonra da “Bunlar kim? Nereden geldiler” diye sormayacaksın, artık soramazsında. Sana gösterdiklerimi tanımadın değil mi? Diye sordu Rıfat. Sadık yine ve sadece “yok tanımadım” der gibi kaşlarını kaldırdı. Rıfat devam etti konuşmaya:
- Bir başka diyarın çocukları bunlar, dedi.
Bakır rengi bir tat geldi yapıştı Sadık’ın diline, damağına. Zamanında elinden tutup getirmediği çocuklarının, büyümelerinin altında ezilmişti anıları ve ezilen her anı sahibini kendinden de çok acıtırdı. Rıfat yola koyulmuştu. Yıllardır içini acıtan ne varsa hep Sadık’a söylemeyi beklemiş gibiydi.
-Sen, ben sahip çıksak; arada bile olsa gelip boş arsamıza baksak, kimseler buraya gecekondu dikmeye cesaret edemez. Ancak biz bırakmışız, sahipsiz bırakmışız. Yıllar sonra geliyoruz, bir bakıyoruz ki arsamızın üstüne gecekondular dizilmiş. Ne olmasını bekliyorduk ki. Yazdan yaza gelmek bu kadar mı zordu? Sözüm senin gibilere; seviyorum diyenlere. Yoksa çıktığı kabuğu beğenmeyenlere değil, dedi.
Sadık, memlekete erişmek için kat ettiği o uzun yolda yorulmamıştı, şu kısa konuşmada yorulduğu kadar. Aradığını bulamamış olmanın hüznü yapıştı gözlerine.
-Evet baba, bu amca haklı. Buralar, yukarıdaki çeşme, kurumuş dere, şu kavgaya tutuşmuş insanlar hiç senin anlattığına benzemiyor. Oysaki senin cümlelerin ile kurduğum hayallerim çok daha güzeldi, dedi büyük kız.
Kızı haklıydı, Rıfat haklıydı. Sadık bile inanamıyordu bugüne ve hafızasına kazıdığı anılara. İki yabancı gibilerdi: Anılar ve şehir. Hiç yan yana gelmemiş gibi. Geçmişe sırt dönmüştü şehir. Hafızasında yer eden anılar burada mı yeşermişti, çiçek açmıştı, inanamadı. Suç kimindi? Şehrinin değil de ya elbet!
Bir insan anılarına ihanet ettikten sonra kime ihanet etmez ki? Sadık’ın yüreğine ince bir sızı düştü. Gurbet türküleri gibi, ağıtlar gibi, dert kapladı içini. “Ah” dedi. “Gelseydim her yaz, iki gün kadar bile olsa az. Akardı bu derenin suyu, sızlamazdı içim inceden biraz.” Diye dertlendi. Kızlarına döndü:
-Haklısınız evlatlarım, haklısınız. Buralar hiç benim anlattığım yerlere benzemiyor. Ama şunu da bilin buranın mayası sağlamdır. Sen bir sahip çıkarsan, O senin peşini bin defa bırakmaz. Geleceğiz artık her yaz, geçmiş tüm yıllarımıza inat, dedi.
Garson üç tane vişne suyu bıraktı masaya. Sadık garsona “ bu ne? Ben meysu istemiştim” dedi. Garson “maayysu mu? O da ney olirki?” dedi. Sadık “tamam tamam gerek yok” dedi. Daha fazla zorlamadı. Bugün bir kez daha anladı ki; hiç bir şey eskisi gibi kalmıyor. Her devrin kendine özgü bir güzelliği var. O güzelliği gelecek nesillere taşımak istiyorsan, adam gibi sahip çıkacaksın. Emek vereceksin. Ortalıkta bırakmayacaksın. Öyle ulu orta yerde kalırsa; bir başka diyarın çocukları gelir, elinden alır ve içine bakırdan acı bir tat bırakır.
Saygılarımla…
m.fatih aydemir
06.06.2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder