Sayfalar

5 Temmuz 2013 Cuma

On'suz

   On'suz hep bir kişi eksik olacağız. On'suz kalan diğer on yetmeyecek bize. Artık biz 7, 8, 9, Alex, 11 diye sayacağız...



   Şairin dediği gibi:
   "Gelmeyecek bir gideni,
   Olmayacak bir nedeni
   Beklediniz mi...

   sorusu içimizi acıta acıta yüzümüze bakmakta...

   Güle güle git kaptan. Bir gün yine görüşeceğiz öyle değil mi!

tüm pencerelerin denize açılır



En güzel yanındır, tüm pencerelerin denize açılır. Her sokağın ufka bakan bir kapıdır. Üstüne döktüğümüz betondan sıyrılır ve daracık bir sokağın ucundan bize gülümseyerek bakarsın. "Bak buradan da ufku uzanabilirsin" der gibi. Eziyetlerimizi sinesine çeker, bizi de içine... 


"Bir daha sarı sıcak olmayacaktır artık bu şehir de" dediğin gün mevsimlik montunu tüm gün elinde gezdirirsin ve akşamın da öyle bir yağmura esir düşersin ki; işte en çok ben bu halini sevdim, demek zorunda kalırsın. 

Ey kalbimi sana yenik düşürdüğüm şehir; bir şehre değil, hiç bir şehre benzemeyen edalım. Ben öğrendim ve şimdi söylerim: "Ve gün gelir tüm düşmanların artık sana meftundur ama en çokta esir..."

enver demirbağ

   El-aziz'liyim diye geçinenlere fakat önce ve en çok kendime söylüyorum: 
Sanıyorum 2007 yılının Ağustos ayı idi. Elazığ'da dal kıpırdamaz bir gündü. Babam Şerif Aydemir, Kirvem Gürhan Gündüz, Kıymetli ağabey Gürol Korkmaz ve ben düştük Kayınpederim Bilal Özer’in peşine. Dediler ki “Kültür Mahallesi’nde oturuyor. Sorduk, soruşturduk eni sonu elbet bu değilse de bize kızmazlar diye bir kapıyı çaldık. Anadolu kadar güzel yüzlü, Allah’ın nerede ise hemen hepsine bahşettiği ışık ile bir Teyze açtı kapıyı. Sorumuzu sormaya gerek bıraktırmadan anladı gelişimizi, eğdi yüzünü ve gönülden buyur edip sebebi ziyaretimiz olan Enver Demirbağ’ın yanına götürdü.
Kim mi bu Enver Demirbağ?



   Yetmişten fazla albüm çıkartmış Harput Musikisi Üstadı. 
Harput Musikisinde gelenek çok önemlidir. Eskiden Harput’ta musiki ile daha ziyade hafızlar uğraşırmış. Usta çırak ilişkisi ile musiki geleneği ağızdan ağıza, kulaktan kulağa iletilirmiş. Kendisi bu geleneğin yaşayan son birkaç temsilcisinden biriydi.
Bu gelenekten getirdiği eserleri (115 eser) TRT-THM repertuarına katmıştır.
Döneminin en iyi 5 tenorundan biri idi. (kimileri için bu tüm zamanların olarak kabul edilir)
Harput Musikisini en iyi, en doğru şekli ile yorumlayan kişi olarak kabul görmüştü.

   Sıralamakla son bulmayacak yeteneklerin sahibi kişi alelade bir somyanın üstünde yatıyordu. Sesiyle aşka, sevdaya, düğüne, hüzne, acıya, Harput toprağına düşmüş anılara bir cam ustası gibi şekil veren kişi artık kulağımıza anlamsız gelen nidaların ötesinde sukut içinde uzanmaktaydı. 

   Sesindeki tını ile düğün dernek kurduğumuz, hasretimize ortak ettiğimiz, acımızı törpülediğimiz bu adam Elazığ gibi avuç içi büyüklüğündeki şehirde yalnızlığa mahkûm edilmişti. Bırak şehrin herhangi bir yerindekileri, aynı sokakta yaşayanlar varlığından habersizdi.

   Bu sabah serviste gazetenin sayfalarını çevirerek işe giden yolu kısaltmaya çalışıyorum. Sayfanın sağ altındaki bir kelime gözüm “algıdaki seçicilik” ile yakalıyor. “Harput” yazmakta zaten oraya kadar dert yok ama ya devamında yazanı okuyunca içim cız ediyor. Gazeteyi sessizce indiriyorum ama içimdeki feryat gidip yukarıdaki anıyı bulup canlandırıyor. Haber diyor ki: “Harput türkülerinin en iyi icracılarından biri olarak bilinen mahalli sanatçı Enver Demirbağ, Elazığ'daki evinde yanarak can verdi. 12 yıldır felç hastası olan sanatçı, önceki akşam yalnız yaşadığı dairesinde ölü olarak buldu. Yangının elektrik sobasının alev alması sonucunda çıktığı anlaşıldı. 1935'te Elazığ'da doğanolan Demirbağ, 115 eserlik repertuarını, Kültür Bakanlığı Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü, Folklor Arşivi'ne kazandırmış, TRT Radyosu'nun arşivi için de birçok eser okuyarak kaynak kişi unvanını almıştı.”

   Türkülerini sevdik, sesini sevdik ama bizi affet usta seni sevip sana sahip çıkamadık…

   Dertli koyun dertli koyun
   Dağdadır dertli koyun
   Ben bu dertten ölürsem
   Adamı dertli koyun...

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   10.11.2010

saat 1'e bir çeyrek saat var sevgili;

Zeil-Frankfurt-Almanya

   saat 1'e bir çeyrek saat var sevgili;

   Pervasız büyüyen bir kardelen misali zihnimde gezinir adın. Med cezire yenilen bir okyanus gibi, soluğun ne vakit gelip dokunsa bana, içim çekilir ruhunun durduğu limana. Ay ışığımsın, gelgitlerimin yorgunluğu ve damarlarımdaki kanın yoğunluğusun. Bir anarşisttir gözlerin ve “ben” dediğim gizli dünyamın duvarlarına bakışlarınla aşkın illegal sloganlarını yazarsın. Kimsenin bilmediği ya da unuttuğu bir dilin harfleri ile yazarsın. Ben okuduğumu, anladığımı sanırım, sen ise gülümseyen dudaklarınla anlamadığımı anlatırsın. Çivi gibi çakılır ruhuma, gözünden süzülen hüznün ışığı. 

   şu an gibi saat 1'e bir çeyrek saat var sevgili...

   

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   29.04.2011

Sen Bizim Kocaman Gururumuzsun


   89 yılındaki rekor sayıda atılan golle gelen şampiyonluğun üstünden altı sene geçmiş ve şampiyonsuzluğun içimizi yakan hasreti ruhumuzu yıpratmıştı. 96 yılının 5 Mayıs günü Trabzon Avni Aker Stadı’nda maç başladığında (o an başlayan maç hariç) ligin bitimine artık sadece iki hafta kalmıştı. Trabzonspor’un maç başında iki puan önde olması yetmiyormuş gibi bir de üstüne ilk yarıda gol yemiştik. Soyunma odasına 1-0 geride giriyorduk. İkinci yarı başlarken statta birer metre ara ile neredeyse yan yana duran takım bayraklarından sadece kanaryamın bayrağının dalgalanması haricinde her şey aleyhimizeymiş gibi duruyordu. İkinci yarıda önce İmparator (4), ardından da Kral’ın maçın bitimine sekiz dakika kala attığı golle maçı 1-2 kazanıyorduk. 







   Yıl 88. Yazın sonu gelmek üzere, sonbaharı selamlamaya hazırlanıyoruz. O dönemlerde ortaokul diye bir kavram var ve ben ortaokulun son sınıfındayım. Yanlış hatırlamıyorsam bir önceki futbol sezonunu 8. sırada tamamlamışız. Bir tek Rıdvan Dilmen’in varlığı ile avunduğumuz bir sezonu çok şükür bitirmişiz. Artık yeni bir sezon, yeni bir ümit ve yepyeni bir takımı heyecanla bekliyoruz. Birçok transfer yapılmış. "Bu kadar toplama bir takımdan hiçbir şey olmaz" söylemlerini okuyorum gazetelerin spor sayfalarından. O zamanlarda biz gazetelerin önce arkasını çevirir ve bir sayfa açar oradan başlardık okumaya. Dönemin en popüler gazetesi Milliyet ve onun spor sayfalarında okumak için aradığım isim ‘İslam Çupi’. İslam Baba’nın cümleleriyle duvarlarını ördüğü Fenerbahçe sınıflarında taraftarlık dersleri aldığımız dönemler. 


   Takıma on yeni isim transfer edilmişti. Bir önceki yılın kupa şampiyonu Sakaryaspor’un dört önemli ismi artık “Çubuklu Forma”(1) için mücadele edecekti. Turhan, Serdar, Oğuz ve Aykut Fenerbahçe posterlerinin en güzel renkleri olmaya adaydı. O toplama takım, dört işlemde zayıf olanların sayamayacağı kadar çok gol (2) atarak 88/89 yılının futbol mevsiminin sonunda şampiyonluk ipini göğüslemişti. Ligin başına tekrar geri dönecek olursak; o kıymetli dört transferden biri olan Aykut ligin ilk maçına antrenman eksiği nedeniyle maçı yedek kulübesinden seyrederek sezona başlamıştı. Rize maçının ilk yarısı golsüz berabere bitmiş ve aklımızı bir önceki yılın kötü hatıraları kaplamıştı. O tarihlerde birçok maçı ancak radyodan takip edebiliyorduk. Radyodaki spiker, ikinci yarı başlarken Aykut’un oyuna girdiğini ve maç sonunda stattaki skor tabelasında da 5-0 yazdığını söylemişti. Takım lige fırtına gibi girmiş ve ilk maçın kazanılmasındaki en belirleyici etken Aykut olmuştu. Beş golün dördü Aykut’tan gelmişti. İşte o Aykut, kocaman sayıda goller atarak ligin sonunda gol kralı-da olmuştu(3). 

   Artık o sarı lacivert tribünlerin "Kral Aykut, Kral Aykut, Kral Aykut" diye seslenerek maç öncesi tribünlere çağırdı bir isimdi. Çocukluk, gençlik ateşiyle isterdik ki biz onu tribünlere çağırdığımızda içimizdeki ateşi bir kat, bin kat daha alevlendirecek hareketler yapsın. Oysaki Kral bugünkü naif duruşunu o günlerde de gösterirdi ve tribünlerin önüne kadar gelir ve formasının göğüs hizasındaki Fenerbahçe armasını öperek bizi selamlardı. Hem onun kendine has bu duruşunu severdik, hem de bizi “yoldan çıkartmayan” sakinliğine içten içe kızardık. Yine de bilirdik ki O, o armayı sevdiği için öperdi… 

   Birçok futbolcu birbirlerinin attıkları gollere benzer goller atardı ama kimse Aykut gibi atamazdı. Kendine has bir stili vardı: “Bu golü sadece Aykut atar” dediğimiz. Aut çizgisine kadar iner, oradan kalecinin tahayyül edemeyeceği yere, kalenin tavanına doğru topu çakarak gol yapardı. Ceza sahasında kaleye sırtı dönük topla buluştuğunda, biz çoktan kralın atacağı yeni gole sevinirdik. O’da topu alır, aniden döner ve kalecinin uzanamayacağı köşeye topu bırakırdı. Bir gün, ceza sahasında topla buluştuğu an yerdeki topu havaya kaldırdı. Sadece maçı seyreden bizler değil tüm rakip savunma efsunlanmış gibi ona bakıyordu. Çünkü bu çok beklenir bir hareket değildi. Ardından havalanan topu kendisine doğru hareketlenen kalecinin üstünden aşırtma bir kafa vuruşu ile tüm rakip takım oyuncularını çaresizliğe sürüklerken, bize-de yepyeni bir tarz ile atılmış golün sevincini bırakıyordu. 

   O maçı şirkette, depoda, tek başıma seyrediyordum. Kral’ın golü ile yumruğumu havaya kaldırdığımda hem acıdan, hem de sevinçten artık ağlıyordum. Deponun alçak tavanını unutmuş ve yumruğumu tavana bir çivi gibi çakmıştım. Deponun yanında Stüdyo-3’de Şansal Büyüka ile Rıdvan Dilmen Kanal D’de program yapıyorlardı. Maç bitti ve Rıdvan Dilmen stüdyodan çıktı. Karşı karşıya geldik. “Telefon var mı yakınlarda?” diye sordu. “Buyur abi, bu taraftan” dedim ve depoya doğru yönlendirdim. O, Rıdvan Dilmen benim futbol idollerimden biriydi. Buradan geri dönüşün olmayacağını, şampiyonluğa giden geçidin dar, yıpratıcı ve tehlikeli virajını döndüğümüze yürekten inanmıştım. Yine de bir güzelin onayına muhtaç gibi ve belki de “evet” demesi için yalvarır bir ifade ile “Rıdvan Abi, artık şampiyonuz değil mi?” diyebilmiştim. Bugün bile şampiyonluğun habercisi olan galibiyeti ilk Rıdvan Dilmen’le paylaşma anını hatırladıkça içimi ısıtan o keyfi, bir dost gibi kendi sonsuzluğuma kadar anılarımı biriktirdiğim zihnimde tutacağım. Yine de “Abi sana bir sarılabilir miyim?” demeye cesaret edememek, yüreğimde hep pişmanlık dolu bir çekingenlik olarak duracak.


   Şampiyonluğun muştusunu getiren golleri atan İmparator ve Kral, lig sonunda takımdan uzaklaştırılıyordu. Yedi koca sezonun sonunda gelen şampiyonluğun sevinci kursağımızda bir düğüm gibi kalakalmıştı. Kral’ın gidişine sebep olarak gösterilen bahanelerden bir ise Trabzon maçının sonunda söylediği sözlerdi. Şöyle diyordu Aykut, "Bütün sezon uğraşıyorsunuz, bütün emekleriniz tek maçla heba oluyor, kendi galibiyetimize seviniyorum ama Trabzonlu arkadaşlarım için de üzülüyorum…"

   Artık Kralsız bir ülkenin mahzun çocuklarıydık. Çubuklu forma giymiş on bir adam yeni sezonda sahaya çıkıyordu ama biz sevgililer için hep iki kişi eksiklerdi. Uzaklaştırıldıklarının ertesi yılında hem Kral, hem de İmparator İstanbulspor’da futbol hayatlarını sürdürmeye devam ediyorlardı. Sanıyorum 97 yılının nisan ayıydı. Fikstür İstanbulspor-Fenerbahçe maçını gösteriyordu. Bir gündüz maçında, (belki de konum olarak dünyanın en güzel stadında) İnönü’de iki takım karşı karşıya gelecek ve sevgililer artık farklı renkte formalar giyiniyor da olsalar buluşacaklardı. Dolmabahçe’de bir araya gelen mahşeri kalabalık Fenerbahçe’yi seyretmekten öte İmparator’unu ve Kral’ını selamlamak için toplanmışlardı. Ne yaptıysam maça girecek bileti bulamamıştım. Yüzüm yerde, şeref tribününün olduğu taraftan Taksim’e doğru yürümeye niyetlenmiştim. “Onları oynarken bir daha seyretmek, demek ki nasip değilmiş” diye düşünüyordum. Birden stat dışında kalmış kalabalığın akın akın bir yere doğru koşuşturduğunu gördüm. O tarihlerde kaba inşaatı neredeyse bitmiş olan ve stadın “Yeni Açık” diye adlandırılan tribünlerinin ardında kalan (İstanbul’un en çirkin binalarından biri) Süzer Plaza’nın şantiyesine doğru taraftar hücuma kalkmıştı. Güvenlik görevlilerinin “giremezsiniz, yasak, olmaz” demelerine aldırış etmeyen benim gibi binlerce sevdalıyla birlikte inşaatı ele geçirmiştik. İnönü stadının artık beşinci tribünüydük. Sahanın etrafını saran diğer dört tribünle karşılıklı tezahüratlar söylüyorduk. Kaba inşaatın en üst katında (5) ve en uçta oturuyordum. İki takımda ısınmak için sahanın çimlerine ayak bastığında tribünlere davet edilen sadece iki isim vardı: Kral ve İmparator. Bulunduğumuz yerden sahadaki futbolcular sadece bir nokta kadar görünüyorlardı ama ben her ikisinin de futbol topuna o sihirli dokunuşlarını yıllarca seyrede seyrede ezberime almıştım. Ne vakit top Kral’ın ya da İmparator’un ayağına gelse bir daha onları canlı canlı seyredemeyeceğimi bilir gibi her hareketlerini aklıma işliyordum. Futbol sanatının en güzide iki ustasıydı onlar. O gün maç berabere bitmişti. Belki de Kanaryamın puan kaybına ilk defa üzülmemiştim. Onları o kadar çok özlemiştik ki maçın skorundan çok uzakta, yüreğimizin derinlerine bıraktıkları mecburi ayrılıklarının hüznünü büyütüyorduk.

   Aykut Kocaman, çubuklu formayı sırtına giydiği ilk sezon nasıl bizi şampiyonluğa taşımışsa vedasını da şampiyonluk kupasını Kadıköy’e getirerek yapmıştı. Bir gün geri geleceğine hepimiz inanmıştık. O’nu gönderen bir daha Başkanlık koltuğuna oturamayacaktı ama O, gidişi ile boş bıraktığı tahtına elbet bir gün geri kavuşacaktı. Kavuştu da zaten.


   Şampiyon geldi, şampiyon gitti, şampiyonlukla geri döndü. 96 yılında attığı golle şampiyonluğu Şenol Güneş’li Trabzon’un elinden çekip almıştı ve 2011’de geri döndüğünde kaldığı yerden devam etti. Kocaman umutlarımızın sahibi; kiminin kâbusu, bizimse rüyamız oldu…



   Şampiyonluk sonrasında bile yumruğunu havaya kaldırarak sevinmekten ar eden Kocaman yürekli adam "Aykut Kocaman, bu ülkenin futbol çölünde bir vahadır"(6)
Futbolculuk dönemlerinde ne zaman onu sahada görsem yüreğim huzur bulurdu. O, elbet bir yolunu bulur, bizi sevindirecek golü atar, derdim. Galatasaray’ın efsanelerinden rahmetli Metin Oktay soyunma odasından çıkmadan, tribünlerdeki taraftarlarını kastederek takıma şöyle seslenirmiş: “Bizi sevenleri üzmeyelim arkadaşlar”. Metin Oktay’ın dilinde hayat bulan o duru geleneğin, renklere olan aşkın, samimi takım sevgisinin bugün için son temsilcisi Aykut Kocaman’ın da dediği gibi: “Bana inanları mahcup etmediğim için çok mutluyum”. Biz de seninle mutluyuz Kral…

   Sen bizim Kocaman gururumuzsun…

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   27.05.2011


(1) Fenerbahçe Spor Kulübü’nün dikine çizgili sarı lacivert renkli efsane formasıdır.
(2) Fenerbahçe, Türkiye 1.Ligi (Süper Lig) 103 golle 1988/89 Sezonu Şampiyonu 
(3) Aykut Kocaman, Türkiye 1.Ligi (Süper Lig) 1988/89 sezonu gol kralı-29 gol 
(4) Fenerbahçe tribünlerinin İmparator olarak adlandırdığı futbolcu Oğuz Çetin.
(5) Süzer Plaza’nın yüksekliği 118m.
(6) Barış Tut’un 2004 yılında yayınlanan "Kocaman Bir Adam Sıradışı Bir Teknik Direktörün Portresi" adlı kitabının arka kapaktaki tanıtım yazısının ilk cümlesidir.

İzzeti Nefsim


   Derler ki 1996 Mayısında Trabzon Avni Aker Stadı’ndan Fenerbahçe boynu bükük ayrılsaydı Ali Şen, Oğuz (Çetin) ve Aykut (Kocaman)’ı dönüş uçağına dahi almayacaktı. Ve şöyle devam eder iddia: Ali Şen’in bu fikrinden her iki isimde maçtan önce haberdardı. Ne güzel tevafuktur ki o gün bu iki büyük futbol sanatçısı yedi yıl sonra gelecek olan şampiyonluğun habercisi olan gollerinde sahibiydiler.

Kral (Aykut Kocaman), o güne değin Çubuklu Forma için akıttığı terin, verdiği hizmetin hiçe sayılarak Trabzon’dan İstanbul’a uçuş kartı alabilmenin sahadaki galibiyetten geçtiğini elbet biliyordu. Amansız bir hastalık gibi peşine düşen, beynine giden bütün damarları kemiren, yük olup omuzuna konan, formasına asılarak onu geriye çeken bu bilgiye rağmen Erol (Bulut)’un sağdan gelen ortasına arka direkte yetişerek gole çeviriyor ve Çubuklu Formaya aşık olanların yönünü, yüzünü aydınlığa döndürüyordu. Maç sonundaki söylemiyle de (elbet ki Trabzonsporluların sevgisini kazanması zordu ama) tüm Türkiye’nin saygısını kazanmayı hak ediyordu. Duclos’un da dediği gibi “Zafere ilave edilecek yegâne süs tevazudur." 

   Marcus Aurelius Roma Meydanı'nda yürürken arkasında bir uşak olurmuş. Uşağın tek işi, insanlar Aurelius'a şükranlarını sunduğunda Marcus'un kulağına "Sen sadece insansın" diye fısıldamakmış. Markus’u göklere de çıkarsalar, yedi kat yere de batırsalar o Markus'a hep aynı şeyi söylermiş "Sen sadece insansın". Bu yürekli komutan Aykut Kocaman, bu sözü kulağına eğilerek söyleyen adamı yanında değil her daim yüreğinde taşır ve o sese hep kulak kabartır.

   Şunu söylemeden de edemeyeceğim. Aykut Kocaman Teknik Direktörlüğündeki bugünün Fenerbahçe’sinde 90’lı yılların Kral Aykut oynamak ister miydi? Oynasa mutlu olur muydu? Teknik Direktör ve Futbolcu Aykut Kocaman’ı yan yana oturtma imkânımız olsaydı anlaşabilirler miydi? Kral Aykut, Hoca Aykut’un sistemini sevmezdi lakin benim inancım bir büyük transfer dönemi sonrasında artık Kral Aykut’ta Hoca Aykut’un takımında oynamak isteyecektir. Çünkü ilk defa birinin yüzünde ben bu camianın isterlerse müstahdemi de olurum ama sahadaki efsanesi olduğum gibi, kulübedeki efsanesi de olmak istiyorum bakışını buldum. “Siz bana yıllar sonra sör unvanını takmanıza gerek yok, adımı söyleseniz yeter” i gördüm. Çünkü benim adım zaten Kocaman Aykut. 

   Şimdi sorarım size bugün devre arası transfer döneminde kimi alsın istersiniz takıma Aykut Hoca? Şöyle yıkıcı bir hücum oyuncusu nasıl olur? Sırtı kaleye dönük ya da önüne atılan toplarda kartopunun çığa dönüşme etkisi veren ve önüne geleni silip süpüren biri olur mu? Mesela Emenike olur mu? Uçta sağa koy oynasın, sola koy oynasın, en uça koy oynasın, yıksın yıkılmasın, vursun çıkarılmasın, kara bir boğa olsun Kadıköy’de olur mu? Mamadou olur mu, Mamadou Niang olur mu? Öyle bir sol bek bulalım ki Küçük Şenol (Ustaömer) den bu yana serbest vuruştan gol atabilen bir sol bekimiz olsun. Orta saha çizgisinden aldığı topla slalom yaparak topu öyle bir yere vursun ki rakip kaleci bugün olsun hala topun nereden geçtiğini anlayamasın, üst ağlarda çivilensin top ve almayalım oradan. Andre Santos varmış Arsenal’da olur mu? Cevval bir stoper almalıyız. Eskilerin deyimiyle tekmeye kafa sokacak, rakip santrfora öyle yapışacak ki futbolu unutturacak, hayattan soğutacak, kendi kalesi önünde durduracak, yetmeyecek gidip rakip kalede kafayı koyacak. Sevinirken takımı, tribünü, onu-bunu, her şeyi yeniden motive edip ayağa kaldıracak. PSG’de Diego Alfredo varmış, tam adı Diego Alfredo Lugano Moreno olur mu? 

   Bu isimleri yitirmiş, kucağında 3 Temmuz çocuğunu bulmuş, ardına baktığında Timur’un karşısında yalnız kalmış Hoca misali sahipsiz, yetim zamanların mahkûmu olmuş bir kahramandan bahsediyoruz. Doğruluğu, yanlışlığı tartışılır ama neredeyse kulübün renkleri ve arması hariç her şeyi olan Başkanı bir Pazar sabahı 364 gün geri gelememek üzere yok olmuşken; Koca Çınar’ın dibine ateş yığılmış, kireç dökülmüşken, baltayla, hızarla canı alınmaya çalışılırken, ateşten gömleği üstüne giymekten bir an bile imtina etmeyen, gösterişsiz bir kahramanından bahsediyoruz. Üstünde çift kat gömlekle gezdi bu adam. Biri az önce dediğim ateşten gömlek, diğeri zorla büyük bir camiaya giydirilmek istenen deli gömleği ve her ikisini de yiğitçe giydi ve sonunda onları ona giydirenlere geri giydirdi. “Hooop!” demezler mi adama, “Yuuuh!” demezler mi adama, “Ey vefa neredesin?” demezler mi adama? Ne çabuk Hocanızın ardından, ayrıldınız demezler mi adama? 

   Neden gülmezmiş. Sana ne arkadaşım, sana ne? Sen hayatında kaç defa şampiyon olduktan sonra seni güldürmediler? Hiç. Bil-e-mezsin o vakit içinde kalan sevinemeyişlerin acısının büyüklüğünü. O duygular öyle yoğun olmuştur ki artık gülmeyi koy bir kenara, gülümsemekten korkar hale gelmişsindir. 1996’da şampiyonluğu getiren golü atarsın, 2011’de golü atanları yönetirsin ama o yazları gülümseyerek değil acılarla yüreğini mayalayarak sukut edersin. Ve sonra elinden oyuncağı alınmış çocuk misali bir hüzünle ömrünü güze bağlarsın. Şimdi gel sen gülsene arkadaşım..! 

   2011’in 18 Mart günü TT Arena’da Galatasaray’a ilk mağlubiyetini tattıran takımın Teknik Direktörü olarak maç sonu Lig Tv kameralarının karşısına geçtiğinde, Lig Tv Stüdyolarından “Aykut Hocam Arena’da maç kazandınız neden gülmüyorsunuz?” sorusuna “Ligin sonunda şampiyon olduğumuzda güleceğim, o güne saklıyorum” demişti. Ligin sonunda şampiyon olduğunda gülmeyi bir yana bırak, gülümsemesine dahi izin vermediğiniz adamdan şimdi mi gülmesini istiyorsunuz? Hz.Pir’in de dediği gibi:

   Biz sevdik mi yer oluruz. 
   Biz sevdik mi sel oluruz. 
   Biz sevdik mi lal oluruz. 
   Biz sevdik mi can oluruz..! (1)

   Lal ettiniz, ne gülmesi…



   Hani deriz ya “bileğimi kessen sarı lacivert akar” diye böyle bir “adam” dan bahsediyoruz. Bu adam tüm camianın arkasında durdu. Hem de herkesin bırakıp gitmek için ufacık bir boşluk, kaçmak için; suya dar, havanın sığmadığı bir delik aradığı sırada. Biz duramadık ardında. Onu “güçsüz bıraktık”. Onun yiğitliği tüm camiaya yeterken, her birimiz ayrı bir damla olup, bir olukta birleşerek, birikemedik ardında. “Gidiyorum” dediğinde dur demeyenler, biliniz ki bir geri dönmemek üzere gittiğinde, o gün ilk “kal, ne olur gitme kal” diye ağıtları ilk yakanlar olacaksınız…

   Türk Futbolu yakın zamanların yiğidini, kahramanını, mahcup adamını, gösterişsiz mücevherini, vitrinsiz baharını, büyük ve derin akan nehrini, Sakarya’sını kaybediyordu da haberi olmadı. “Dönecek mi, dönmeyecek mi?” yi konuştu da “neden gitmek istiyor acaba?” diye soramadı. Kadıköy’deki en karanlık geceleri aydınlatan Kocaman ışık, Kar Demir’li bir soğuk mevsimde yalnız yürümeye Kara Büklü bir kelepçe ile gönderilecekti. Geri döndü. Yüzü yerde geri döndü. Çık-a-madı karşımıza. Sustu, yine sessiz kaldı. Sevdalılar gibi sustu. Sevdası için, renklerini formasına çubuklu bir şekilde işleyen arması için sustu, döndü. Geldiğinde bile bu kadar tehlike de değildi kariyeri, geçmişi ve geleceği. Şimdi ateşli bir yolun yalnız ve çıplak ayaklı tek yolcusu olarak bir kez daha yürümek için yola koyuldu. İzzetinefsini belki de ilk kez sohbetlerin en önde, gündemin ilk konusu yapmaya razı olarak geri döndü. Gururunu, hayatının en güzel armağanı saydığı “sen bizim Kocaman gururumuzsun” cümlesini “yürekten” söyleyenler için, o cümleyi feda etmeyi göze alarak döndü. Siz; kazanalım da nasıl olursa olsun, ne kadar çirkefçe olursa olsun, ne kadar insanlara üsten baka baka, basa basa olursa olsun, kazanalım diyenler… İzzetinefis nedir bilir misiniz?

   Korkma! Korkma Kocaman Yürekli Adam, iyiler mutlaka kazananlar olacaktır. Bizler, seni sevenler, sana inananlar belki azmış gibi görünebiliriz gözüne, gönlüne ama dualarımız senin için, sen gibi KOCAMAN…

   Niye mi bunları yazdım..?

   “Eğer bir haksızlığı engelleyemiyorsanız en azından onu herkese anlatın...” (2)

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   28.12.2012


   (1) Hazreti Mevlânâ Muhammed Celâleddin-i Rûmî
   (2) Ali Şeriati


Lacivert Gecelerin Sarı Aydınlık Sabahı İçin


   Sahipsiz bir Eylül akşamı, radyo başında sevgilimi bekliyorum. Daha on yaşındayım. Akşamı kolundan çekip gecenin karanlığına ittiğimiz saatler. Kız kardeşlerimin biri bir çek yatta, diğeri de ötekinde gün boyu ip atlamış olmanın yorgunluğunu arkalarında bırakıp uykunun huzuruna doğru yürümüşler. Annem ise her zamanki gibi beni yatırmadan uyumaya gitmiyor. Çocuklar bazen bilmeden ne kadar zalim oluyorlar. O da kapanan gözlerine laf dinletemese de yatağına gitmeye inat eden küçük bir çocuk gibi yakınlarımda uyukluyor.

   Kapı bir iki defa nazikçe vuruldu. Tavşan uykusundaki annem bir panikle ayaklandı. Kapının dışından gelen tanıdık sesi duyunca hafifçe araladı. Üst komşumuz ….. teyze gelmiş: “Bizim çocuklar sizin radyoyu rica ediyorlar” dedi. Yüreğim ayaklandı sanki göğsümü yarıp dışarı çıkacakmış gibi sızladı. Annem döndü bana baktı. Kelimelerimin boğazına basılmıştı. Ses çıkartmadım. Lakin on yaşındaki bir çocuğun takınacağı en keskin tavırla “olmaz” der gibi baktım. Hangi anne evladını tanımaz ki? Annem çıkmayan sesimi duymuştu. …. Teyzeye “Sizin çocuklara söyle bize buyursunlar” dedi. Kapı kapandı. Her şey çok kısa zamanda az önceki haline geri döndü. Annemin gözleri kapandı, uykuya yürüdü. Ben radyonun yanına usul usul yanaştım. Radyo, siyah ve kalın sapından duvardaki büyükçe bir çivide torba misali asılı duruyordu. Uzun ince göstergesinde bir sağa, bir sola hareket eden kırmızı küçük bir çubukla kısa dalgadan TRT’yi buldum. Aslında benimkisi seçenekten muaf bir aramaydı. Çünkü şimdinin özel radyoları o vakit zihinlerde bir hayal bile değildi.

   Çubuklu forma az sonra sahne alacaktı. Karşısındaki takımsa bir önceki yılın hem Avrupa şampiyonuydu hem de Fransa liginin şampiyonuydu. Kadrosu Fransa Milli Takımının en gözde oyuncularıyla bezenmişti. Bir önceki hafta sonu sabah kahvaltısına alınmış ekmekle birlikte gelen gazetede daha neler neler yazıyordu. Bir tek şerefli bir mağlubiyet için diyanetten dua istenmemişti. Lakin ben sevgilimi sevmeye başladığım ilk gün öğrendim ki; karşımıza kim çıkarsa çıksın biz hep kazanmaya çıkarız… İlk gün öğrendiğim bu inanç yüklü düstur, bugün kocaman bir çınar olup hala gökyüzünün sonsuzluğuna boy atmaktadır. İlk orada duymuştum Bordeaux(Bordo) adını. Fran(hır)sızdılar. Sonrada bir daha hiç unutmadım, onların bizi unutmadığı gibi. Spikerin Kadıköy’den çok uzakta olduğuna bizi inandıran hışırtılı sesiyle Bordo’dan bildirdiğini ifade ediyordu. Radyoya olan yakınlığım giderek artıyordu. Kaleden ileri uça, bir baştan ötekine spikerin sesi ile futbolcuların isimleri sayıldı. Radyonun yüzüne bakıp sahayı anbean görüyor gibiydim. Tribünler, takımların sahadaki yayılışı, para atışı, her şeyi, her şeyi zihnimin hayal ırmağında yüzdürüyordum. Yatarak ve kayarak yapılan müdahaleyi, sağdan derinlemesine gönderilen pası, kafa ile kendi ceza sahasından uzaklaştırılan topu, demarke vaziyetteki arkadaşını görmeyen orta saha oyuncusunu, soldan ve çizgiye paralel bir şekilde gelişen atağı eksiksiz bir şekilde aklımın suni sahasında oynatıyordum. Sanıyorum tırnaklarımı yiye yiye bitirdiğim ilk maçtı. Her golden sonra annemi uyandırmamak için çığlıklarımı içimde biriktiriyordum. Ama rahmetli Hüseyin’in attığı üçüncü golden sonra çığlıklarımın önündeki set yerle yeksan olmuştu. İçimdeki duvar yıkılmıştı. Annem gibi tüm sokak muhtemelen sesimden irkilmişti. Yine ağlıyordum. O zamanlar sevgilim kazansa da, kaybetse de ağlıyordum. Çünkü ben onu, onun için ağlayacak kadar (çok) seviyordum.

 
                                                              
                                                             ***

   İçime o kadar çok işlemiş ki bu sevgi bazen ben bile kendimden korkuyorum. Geçenlerde iş yerinde biri, açık tenli sarışın bir arkadaşına sesleniyordu:
-Sarııııııı, diye.
    Yüreğimden kopa kopa bende tüm göğüs boşluğumu dolduracak şekilde cevap verdim:
-laciveeeeert… 

                                                             ***

   İki gündür birileri bizim hakkımızda hiç de hoş olmayan ithamlarla evimizin kapısını çalıyorlar. Çekildik bir kenara bekliyoruz; lacivert gecelerin, sarı aydınlık sabahı vardır diyerek. Suskunluğumuz, sütü döktüğümüzden değildir. Kesilecekse eğer parmağımız, şeriatın bıçağıyla olsun. Kıldan incedir boynumuz, varsa kusurumuz. Ancak yegâne suçumuz; bizden gayri herkesin bir olduğu bir yerde, bir bir yenmekse sıradakini sıkma yüreğini “buymuş sıradaki” der bunu da yeneriz elbet Kanaryam. 

   Yoksa sen nereye gidersen git arkanı dönüp baktığında bizi peşinde göreceksin. Senin gittiğin her yer bize bahardır, gülistandır. Senin durduğun yer neresiyse orası liglerin süperidir. Biz seni şampiyon oldun, olacaksın diye değil sadece kendi şampiyonluğuna oynadığın için sevdik. Sen onlara benzemedin, benzemeyeceksin diye sevdik. Biz senin cumhuriyetinin sevdalıları; birileri seni her akşam yıksa da, tarumar etse de, varlığını ateşe de verse bilsinler ki uyandıkları her sabah karşılarında yeniden, yıkılmadan, yenilmeden ayakta dimdik kalmış seni bulacaklardır.

   Çünkü biz seni, senin için ağlayacak kadar çok seviyoruz sevgilim...

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   05.07.2011

birand


- Fatih, oyunu bırakıp nereye gidiyorsun?
- Eve gidiyorum. Belgesel seyredeceğim.
- Ne belgeseli be? Gel hadi!
- Demirkırat!
- Demirkırat’da nedir yahu?..
“Bu ülkede işlerin yolunda gidebilmesi için her 10 yılda bir darbe gerekir. Yoksa bu millet adam olmaz. Zaten vakti de geldi…” diyenleri duyuyordum. 1960’da başlayan arsız, hadsiz “balans ayarı” süreci 70’li ve 80’lı yıllarda da devam etmişti. Son darbeden bu yana on koca yıldan fazla zaman geçmiş ve 1991 yılı takviminden yapraklar kuruyup dökülmekteydi. Artık yeni bir yersizliğin, gözünü açanların gözüne vurmanın sırası gelmişti…
Kimi zaman evimizde küçük harflerle bezenmiş kelimelerden ürkek cümleler kurulurdu. Bu tedirgin sohbetlerin içinde “Menderes” diye bir isim duyardım. Neydi, kimdi bu Menderese?.. Yıllar ilerledikçe Menderes’i de, arkadaşlarını da, “Yeter Söz Milletin” haykırışına sarılanları da ve ardından da başlarına getirilen talihsizlikleri de daha fazla öğreniyor ve anlıyordum. Lakin ürkek cümlelerden öğrendiklerim, merak dünyamdaki tatmin çizgisinden çok geride ve aşağıda kalıyor, yetersizlik çölünün kuraklığında yok olup gidiyordu. Kulak kabarttığım o ürkek cümlelerin yenildiği korkunun müsebbibi neydi acaba?
Büyüklerimizin kendi gölgelerinden endişe ederek sadece evin içinde bahsettiği konuyu, top sakalının verdiği ilk izlenimle bizim dünya görüşünden uzak olduğuna inandığımız bir adam TV’de tüm Türkiye’ye anlatacağını iddia ediyordu. Demirkırat işte bu iddianın adıydı. 1991 yılında, henüz lise yıllarımın başında, beni arkadaşlarımdan haftalarca uzak tutan ve Türkiye’nin yakın tarihini, o tarihin hiçte inkılap kitaplarında anlatıldığı gibi olmadığını (bizim evimizdekinin tam tersine) yürekli bir haykırışla ifade eden belgeseldi Demirkırat. O belgeselin yapımcısını ilk kez o zamanlar görmüş ve içimde Birand’a karşı müspet duygular o günlerde yeşermişti. Çünkü bu adamın imajı bizden (bizden ne demekse) değildi ama anlattıkları bizim bildiğimiz ama geri durduğumuz, çekindiğimiz, korktuğumuz ve söyleyemediğimiz doğrulardı… 
Aradan yıllar geçti. 2003 yılında Cnn Türk ile Kanal D aynı binada bir araya gelince, top sakallı, kel denilecek kadar seyrek saçlı ve aksak adamla çalışmaya başladık. Yeri geldi yaptığımız işten çok memnun oldu ve “aferin be çocuklar, bravo!” dedi, yeri geldi “beni dinlemiyorsunuz!” diye sinirlendi. Lakin sinirliliğinin ölçüsü sığ, etkisiyse kısa süreliydi. 



Yaşayanlar anlatır; Birand bir gün Ana Haber’den önce stüdyonun sıcaklığından şikâyet ediyormuş. Havalandırmadan sorumlu arkadaşın dâhili telefonunu istemiş: “Verin numarayı ben arayacağım” demiş. O an havalandırmadan sorumlu teknisyen arkadaş yükseltilmiş zeminin altında, itiş kakış bir yerde, zor bela bir arızayla uğraşıyormuş. Telefonu çalınca ekrana bak-a-madan açmış. Mehmet Ali Bey’de kendini tanıtmadan konuşmaya başlamış:
-Haber Stüdyosunun klimaları neden kapalı?
Bu sorusuna sert bir ses tonu ve keskin bir üslupla cevap almış: 
-Hayır kapalı değil. Açık!
-Açık değil çocuğum kapalı. İçerisi hamam gibi olmuş.
-Ben açtım, biliyorum, açık klimalar.
Ana Haber’in başlamasına dakikalar kalmıştır. Bu kez Birand’da aynı üslupla karşılık vermiş:
-Eşek herif kapalı diyorsam kapalıdır. Gel de kendin bak!
Bunun üstüne Birand hiç beklemediği bir şekilde karşılık alır:
-Sensiz lan o! Neredesin lan sen? Söyle hemen geliyorum yanına. Bir yere gitme geliyorum.
Birand:
-Gel, gel haber stüdyosundayım, demiş.

Teknisyen arkadaş stüdyodan önce Haber rejiye gitmiş. Tüm ekip açık mikrofonlardan konuşmaya şahit olmuş ve herkes kahkahalar içinde yaşananları bir kez daha birbirlerine anlatıp gülüyorlarmış.
-Ali sen ne yaptın oğlum? Kiminle konuştuğunu biliyor musun? Telefonda konuştuğun Birand’dı…

Ertesi gün olur ve Ali, Birand’ın yanına gider. “Kusura bakmayın efendim, ben sizin sesinizi tanıyamadım. Zor bir yerde çalışıyordum. Öyle söylemek istemezdim” der. Birand gülümseyerek “Çocuğum tanımadığın halde neden böyle konuşuyorsun?” diye cevap verince Ali bu kez üste çıkan bir ifadeyle “Siz de telefon açtığınızda kendinizi tanıtmadınız. Ben Birand, deseydiniz ben de size böyle karşılık vermezdim” demiş. Birand:
-Haklısın. Doğru söylüyorsun, diye cevap vermiş. 
Birkaç yıl önce Haber Merkezi’nden aradılar: “Birand, stüdyonun ışığından mutlu değil. Elden geçirmenizi istiyor ve akşamda bültenden önce stüdyoya girmeden seninle konuşmak istiyor” dediler. Bunu üzerine gün içinde istediği değişiklikleri yaptık. Ana Haber’in başlamasına birkaç dakika kala haber stüdyosunun olduğu koridorda Birand’ın gelmesini bekliyordum. Koridorun diğer ucunda kendisini görünce ona doğru yürüdüm. Aynı gün internet sitelerinden Birand’ın dede olduğu bilgisini almıştık. Yanına varınca:
-Mehmet Ali Bey, tebrik ederim. Bugün torununuz olmuş, dedim. Ardından da bir iki cümleyle stüdyoda yaptığımız değişiklikleri ve iyileştirmeleri anlattım. Yürürken elini omuzuma attı, şenlik yapılan bir meydandan yükselen coşkulu, neşeli, keyifli çocukların sesinden yapılmış atlara binen kelimelerden kurulu bir cümleler döküldü ağzından: “Fatih, dünya yıkılsa umurumda değil. Bugün benim torunum oldu. Çok mutluyum çok. İyi de olsa, kötü de olsa bugün hiçbir şey beni bu duygudan daha fazla ilgilendirmiyor” dedi ve stüdyoya girdi. Onun, yegâne beyaz cam içinde yaşayan sanal bir varlık olmadığını, nev-i şahsına münhasır ve içten tavrının haberlere bakışı ve yorumuyla sınırlı kalmadığını, dünya liderleriyle özel röportaj yapan adamında bizim gibi gerçek bir yürek taşıdığını görmüştüm. Kartondan bir adam değildi Birand. Görüntüye aldanmanın ne kadar aptalca olduğunu hiç farkına varmadan bana öğretmişti. 1991 yılından sonra bir kez daha şaşırtmış ve onca yıl sonra ona karşı içimde tomurcuklanan müspet duyguların boş olmadığını gün gibi ortaya koymuştu.

Geçen hafta Cuma günü Birand’ın vefat haberini duyduğumdan beri düşünüyorum. Çünkü içimde onun adına gezinen sızının sebebini arıyorum. Dün yıllardır onun makyajını yapan Aslıhan ablayla konuşuyorduk. Şöyle bir cümleye vardık sohbetin sonunda: Birand’ı düşündüğümüzden de çok seviyormuşuz. Yazık ki bunu terk-i dünya eyledikten sonra anladık. Bunu ona söyle-ye-memiş olmanın acısını da bize miras bırakıp gitti…

Ne yazık ki bu sektör içinde var olan insanların bir ekran yüzüne giderek “sizi seviyorum” demesi çok da makbul görülmüyor. Samimiyetiniz sorgulanacak olması yüreğinizdekileri saklamanıza sebebiyet veriyor. Hele ki biz yakın sevdiklerimize bunu söylemekten imtina ederken, bunu nasıl bir başkasına diyebiliriz! 

Birand’ın dünya görüşünü, işini yapma şeklini, haberleri sunumunu, siyasi tavrını beğenmeye bilirsiniz lakin sizde en az benim/bizler kadar tanımış olsaydınız bu hoşnutsuzluklarınızı bir kenara bırakarak gidişine üzülürdünüz. Devir, ukalaların, kendini beğenmişlerin, her şeyi bildiğini sananların, egosu yüksekte gezinenlerin devri ya… Öyle değildi Birand, dinlerdi ki bu devirde dinleyen bir üst bulmak pekte kolay değildir. Ufkunuzu açmak için sorular sorardı. Tavsiyeler verirdi. Öğretmendi ama dolu bir başak gibi dururdu…

Yukarıdakileri yazmak için kaç gündür zihnimin heybesinden düşenleri topluyorum, zaman bulmaya çabalıyorum. Bu bekleyişimin kendi içinde bir hayır varmış demek ki, oda Birand’a bu kutlu günde bir kez daha rahmet dilemek içinmiş. Kullandığı tüm “eeeeee” leri bu denli sempatik kullanabilecek kaç kişi daha var ki şu hayatta? Allah rahmetiyle yargılasın seni…

saygılarımla,
m.fatih aydemir
23.01.2013

dayı

Sokağın az büyüğü eninde bir cadde, yine de bir sığıntı gibi kaldırımlara yaslanmış arabalar park etmiş halde duruyor ve aralarında küçük tepecikler oluşturmuş çöp yığınları insanın gözünü yummak isteyeceği kadar kirli. Yetmezmiş gibi bir de caddedeki tüm renklerin canı çekilmiş, somurtkan bir yüzle var olma-ma telaşındalar. Ardına dönüp bakınca istemsiz bir ihtiyaç peşi sıra geliyor; kafayı kaldırıp yüksek binaların arasından gökyüzüne erişmek istiyorsun. Ne mümkün, havucun daralan ucu gibi, caddenin iki yanındaki binaların katları yükseldikçe kafa kafaya vermiş iki güreşçi gibi gökyüzünü gözümüzden mahrum etme derdindeler. Üst katların camına erişen güneş sekerek kaldırımların kenarına, köşesine dokunmakta. Sadece ışığı var. Yoksul çocuklar gibi doğmuş bugün, hiçbir şeyi tam değil. Şubat’ın soğuk, yakıcı maviliği, güneş suyuna batırılarak sarıya boyanmış ama nafile. Çünkü Şubat adam gibi Şubat. Soğuk işte.


Kaldırım taşlarının altına sinsice saklanmış kirli sulardan kaçıp kurtulan şehrin erkekleri bir kahvehanenin içine sığınmışlar. Sobanın başında bir yandan çaylarını yudumluyorlar, bir yandan da o şehrin eşrafından olmadığı her halinden belli adamın hararetle anlattıklarını pür dikkat dinliyorlar. Dinleyenlerden her an yeni bir nida yükseliyor ya da o sert duruşlarından beklenmeyen derin kahkahalar sarıyor kahvehanenin duvarlarını. O hararetli sohbetin sahibi, kendini dinleyenlerle kırk yıllık ahbapmış gibi anlattıkça anlatıyor. Müritlerini etrafına toplamış bir şeyh gibi her türlü yabancılıktan münezzeh bir tavırla sohbet ediyor. Hem de ne sohbet, kahvecinin çayından da iyi demliyor mekanı. O kadar mahrem sorular soruyor ki o yeni tanışlarına, sanki efsun yüklü cümleleri, hepsi sihirli bir değnek dokunmuş gibi sadece dinliyor. Onunla beraber olan ve dinleyici halkasının en dışında duran üç genç endişeli bir halde etraflarına bakınıyorlar. İçeride kaç kişi var? Kahvehanenin kapısı içe mi, dışa mı açılıyor? Çıkınca hangi yöne gitmek daha doğru?.. Bu sorular, bu tehlikeli sularda gezinen hasbihal bu topraklar için sert, pirinalarla yüzmek gibi. Tanımadığını bırak tanıdığına sormaktan imtina edeceğin sorular lakin o boyu, boynu uzun ve zayıf adam kendi evindeymiş kadar rahat, içten ve kesintisin konuşuyor. Enteresan olan ne biliyor musun? Kimse de bu sorulanlardan, anlatılanlardan, itirazlarından rahatsız değil. En fazla “yok öyle bir şey” deyip geçiyorlar. Kimsenin zihninde bir menfi düşünde birikmediği yüzlerine düşüyor.

Gençler, biraz yalvararak, çokça “ya geç kalırsak” korkusuyla, dilenir gibi:
-Dayı kalkalım mı? dediler. Bak uçağı kaçırırsak bugün daha gidemeyiz. Yarında bayram ve tüm uçaklar üç, dört gün boyunca dopdolu. Sakata gelmeyelim. Bayram da evde olalım.
Kahvehanedekiler bir gençlere baktı, bir de sohbetin sahibi dayıya, hiçte yeğenlerine benzemiyordular. Dayı onun isminin de önünde bir isimdi. Kahvehanedekiler hep bir ağızdan “Dayı bee! Bi çay daha için, sonra kalkarsınız” dediler.
Dayı ayağa kalktı. Kahvehanenin kapısına doğru yürüdü ve o daracık gökyüzünden havaya doğru baktı:
-Uçak zaten gelmemiş, dedi. Sizde biliyorsunuz, beraber Havaalanından gelmiyor muyuz? Gelirse buradan geçerken ya görürüz ya da sesini duyarız. Aha bak taksici abide burada bizi bekliyor. Atlar gideriz…
Camın kenarından geri döndü, sandalyesine oturdu. Kahveciye seslendi: 
-Şu sobaya iki odun daha at. Bu nasıl misafirperverliktir? İki saattir burada ‘biz senin bildiğin gibi değiliz’ diyorsunuz bir de, dedi.
Kahkaha sesleri tekrar kahvehanenin boş masalarını, karanlığa düşmüş köşelerini, şehrin manzaralarıyla dolu duvarlarını dolaşıp sohbete dahil oldu. Dayının o samimiyeti, sobadan taşıp etraflarını saran sıcaklığın kardeşiydi. O anlattı, onlar dinledi…


Yukarıda anlattıklarım; 1997 yılının Şubat ayında, Ramazan Bayramının Arife gününde, Diyarbakır’da, şehrin varoşlarındaki bir kahvehanede İbrahim Tolu, Hakan Kutluata, ben ve bir kişi daha (onu tam anımsayamıyorum ve affına sığınıyorum) yaşadığımız bir olaydı.

28 Ocak 2013 sabahı uyandığımda telefonumda gördüğüm mesaj ile bir çok an, anı birbirlerinin üstüne basa basa zihnime hücum ettiler. Önce “vay be” ve ardından “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi Raciûn” diyebildim. Yanılmıyorsam geçtiğimiz Aralık ayında, yine onu son yolculuğuna uğurladığımız Şakirin Camii’nin bahçesinde dünya gözüyle son kez görmüştüm. Her zaman ki gibi yine elinden öpmüş, son kez gördüğümüzü bilmeden, son bir kez daha sarılmadan, sıradan bir ayrılışla vedalaşmıştık. Daha fazlası kısmet değilmiş…

Lakin şimdi hepimize taktığın lakaplarımızla, kendi ismimizi ve ortak tanıdıklarımızın gerçek isimlerini unutacak kadar sıklıkla tekrarladığın isimlerimizle sana selam ediyoruz. Bir Azeri Türküsünde denildiği gibi Dayıcığım sana tüm arkadaşlardan selam getirmişem: 

Şehriyarın şeherinden
Ayyıldızlı seherinden
Size selam, size selam getirmişem… 

Mühürcülerin başı Fatih Mühürdar’dan, Beyin Tümörü Timur’dan, İzolda Şeker’den, İzi Hüseyin’den, Tartar’dan, Muhtar Mello’ya ve Profesörden, Burhaneddin Bigalı’dan, Aman Asım’dan, Yedi denizde palet sallamış milli dalgıçlarımızdan Ahmet Dalgıç’a ve Rosemary’den, Ali Midnight’dan, Michelin Lastik Adamı Birol’a ve daha hepsini asla bilemeyeceğim tüm abilerden, arkadaşlardan, kardeşlerden sana selam getirmişem İbrahim Abi. Senden bizden selam götür Dayıcığım; Sevgili Muammer Kardeşime, Besim Kemal’e, Atilla Abiye, Yavuz Abiye selam götür…
Ümit ederim her şey yolunda ve büyük şair Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibidir:
“Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.”

Her birimize taktığın ismi, hiçbir zaman şaşırmadan nasıl söyledin be Dayı…

Saygılarımla,
m.fatih aydemir
07.02.2013

bir kadın

   Bir kadın, asli özelliği olan ana kimliğiyle bakıyorsa bize, onun; sağcı mı solcu mu, kemalist mi muhafazakar mı, Kürt mü Türk mü, Asyalı mı Afrikalı mı oluşu kimi ilgilendirir? Anne, gaz maskesini her halükarda önce evladına takan, Yaradanın rahmet ve merhametinin dünyadaki yansımasıdır. Bugün de anneler günü ya, anneleri kategorize etme telaşına, mecburiyetine yenildik öyle değil mi? 


























   Şu fotoğraftaki Reyhanlı (muhtemelen anne olan) kadının dünden beri ırkını, dilini, dinini merak edeniniz oldu mu? Anne, sevginin bir bedende hayat bulmuş halidir. Sahi biz neyi konuşuyorduk...

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   12.05.2013

19 Haziran 2013 Çarşamba

canın sağ olsun fenerbahçem

   Adam gibi ağlayan Reto Ziegler, yıkılmış bir halde gözyaşlarına sahip çıkamayan Selçuk Şahin, formasıyla o kutsal hüznünü saklayan Bekir, yerde kalakalmış arkadaşlarını tek tek ayağa kaldıran büyük kaptan, profesör Alex, maç boyunca onu gördüğümüz tüm yakın planlarda dua mırıldanarak Allah'dan şampiyonluk dileyen boyuyla posuyla, yüreğiyle büyük Fenerbahçeli Volkan, hırsından kulübede nereye oturacağını bilemeyen gökhan, topuz, mert'e ve hepsine, Türk Futbol Tarihinin en meşhur tercümanı Samet'e kadar...

   Fenerbahçe'yi teninin rengi kadar kopkoyu sevdiğine inandığım İsmail Kartal'dan, o kendine has türkçesiyle sevdiğimiz ömeroviç hocaya, karanlıklar prensi doktor ertuğrul karanlık'tan adını bilmediğim tesislerin aşçısına kadar...

   Kimin ömrü uzun olur bilemiyorum ama ömrümün, ömrünün sonuna kadar onu o kutsal kulübede; takıma, kulübe, taraftara, hepimize KOCAMAN yüreğiyle sahip çıkan, o sessiz, kimilerince duygusuz, o güzel duruşunun altında fırtınaları dizginleyen, sırf onun için bile bu takıma sevdalı olmaya değen Kral Aykut'a...

   Koç ailesinden birini sevmeye beni mecbur kılan Ali Koç'a'dan  , başkanlıktan edeceksek biz doğal yollarla ederiz, bu size kalmamış olan başkanımız aziz yıldırım'a kadar...

   Geçen yıl yine bu tarihlerde, şampiyonluk sonrasında, yukarıda adını yazdığım, yazamadığım, bildiğim ve unuttuğum, adını hiç bilmediğim emeği geçen herkese nasıl içtenlikle ve gururla sarılmak istiyorsam şimdi, şu an yine öyle sarılmak istiyorum.

   Mutluyum, çünkü FENERBAHÇELİYİM...

   CANIN SAĞ OLSUN FENERBAHÇEM...

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   13.05.2012

buruk sevinçler akşamı

   buruk sevinçler akşamı...

   kupayı kazandık ama aklımızda hala cumartesi "mıh gibi" çakılı durmakta. yüreğimizden taşa taşa sevinç çığlıkları atamıyoruz. bu hal salt en büyük rakibinize şampiyonluğu bırakmış olmanın hüznü değil. bu hüzün sadece meftun olduğun takımın şampiyonluğu kaybetmesiyle ilgili bir şey değil. zeki rıza sporel'den müjdat yetkiner'e, ordinaryus'den sinyor'a, rıdvan'dan alex'e kutsal bir emanet gibi devredilmiş "çubuklu forma"yı bugün taşıyan o güzel takım için üzüldük. ilk defa kaçan şampiyonluğa kendimizden çok takım için üzüldük. o Kocaman yürekli, evimizin çocuğu diyeceğimiz kadar yakın saydığımız Aykut Hoca için üzüldük. Aklını Fenerbahçe'yle yemiş Başkanımız için üzüldük.

   bugün bu kupada kaçmış olsaydı; bugün yılları 29'dan 30'a bile taşımış olsaydık da bir şey değişmezdi. bize abilerimiz tribünde ilk şunu öğretmişti: "yenilsen de, yensen de..."
yenilmiş olsaydı yine aynı şeyi diyecektim: "Canın sağ olsun FENERBAHÇEM" 

   bu yıldan kalma çok güzel yaralarımız oldu. bu yıl bir kez daha öğrendik ki ne çok sevenimiz varmış! 

   şimdi aynı sevdayı benim gibi yüreklerinde taşıyan Fenerbahçeli arkadaşlara şunu sormak isterim: bu takım, bu ülkenin her noktasına sarı lacivert bayrakların asılmasını hak etmiyor mu? 

   dünya durdukça "Canın sağ olsun FENERBAHÇEM..."

   Saygılarımla,

   m.fatih aydemir
   16.05.2012

zaferin bayramı

   Neden böyle, neden böyleyiz bilmiyorum. üzülüyorum sadece. güzel bir şeyi sadece kendimize, sadece ben-biz gibi düşünenlere aittir ve kimseyle bunu paylaşmam, "paylaşmayız mevsimi" ne zaman bitecek Allah'ım! bu bencillik ne vakit son bulacak. her bayramın içinde barındırdığı bir mübarek sebep vardır. illa bir taraftan olmak zorunda mıyım? bu bayram şunların, bu bayram bunlarındır. o sebeple "ya bundan, ya da diğerinden olmak zorundayız" diye bir dayatmayı kim bizi üzmek için icat ettiyse bilsin ki (maalesef) başarmıştır. 

   "Bu yalnız ve güzel ülkeyi sadece ben ve benim gibi düşünenler gerçekten seviyor" demek ne kadar doğru? 2012 takvimini açın ve içinde bayram ifadesi geçen her güne bakın. mecbur muyum bunların içinden sadece bazılarını seçmeye. size hem Fenerbahçe'yi hem de Galatasaray'ı tutun demiyorum ki. size hem CHP'ye hem de Ak Parti'ye sempatiyi duyunda demiyorum... 

   Az önce şirketin kapısından içeri girerken kocaman bir ay yıldızın, dünyanın en güzel bayrağının gölgesinin altından geçtim. sevdiğimi görmek gibi yüreğim titredi, mutlu oldum. saadet tam da böyle bir şeydir. sevdiğine, sevdiğinin gölgesine sığınmak gibi bir şeydir...



   Böyle hisseden, bundan çok daha güzelini ve fazlasını hisseden herkes için nice bayramlar ola! Zafer bu ülkenin çocuklarının ola, bayramınız kutlu ola. Zerresini değişmem, zerresini vermem dediğim güzel memleketimin ola...

   Saygılarımla,

   m.fatih aydemir
   30.08.2012

Huzurlu Uyuyacağım

   "Huzurlu uyuyacağım" dedi biri, benim gibi. O gülen yüzünü az gösteren adam, ne vakit gülümsese bende gülümsüyorum. Saat 18:59'da ona olan sevgilerini iletirken bir de çicek uzatan hanımlara gülümsüyordu ya, işte o vakit şöyle dedim: Allah yüzünü her zaman güldürsün...

   Bu profil fotoğrafı o bu takımı bir kez daha şampiyon yapıp gidene kadar orada kalacak gibi. Neredeyse iki aydır formsuzdu ama geri döneceğine hep inandım. Dönüyor, geri dönüyor, hem de hepimize inat geri dönüyor. O sever rakibinin beklemediği yanından dönüşleri. Siz yeni nesil bilmezsiniz de ya ben ve benden eskiler siz ne zaman unuttunuz onun kendine has stiliyle dönüşlerini...

   O, ona hakareti marifet sayan bir çok arkadaşımdan (belki de) daha çok sevdalısı çubuklunun...

   Beşiktaş'ı 3-0'da yensek 10'nun varlığını elbet özleyeceğiz. Öyle kolay mı bir nesili kendisiyle büyüten adamı unutmak. Lakin "hayat işte" böyle olmamalıydı ama neylersin ki oldu. 

   10'u sevmek demek ne zamandır 11'i sevmiyorum anlamına geldi. Ya da tersi...

   10'nun bir manasıyla dediği gibi o da artık Kocaman'ın yönettiği takımın taraftarı. Siz, çubukluyu sevdiğini söyleyen arkadaşlarım, artık sizde gelin ve bir kez daha Kocaman'ın yönettiği takımın taraftarı olun. 

   O güzel, kel kafalı, sempatik, sihirbaz adamı unutmadan, KOCAMAN ve rahat bir uykuya dalın. Mışıl mışıl uyuyun...

   Sizden gayri geriye kalanlar düşünsün. Çünkü sizin unuttuğunuz geri dönüşü yapabilen adamı onlar hala acıyla hatırlıyorlar...

   Saygılarımla...
   m.fatih aydemir

   07.10.2012

   not: fenerbahçe-bjk maçı sonrasında yazılmıştır.
http://www.dailymotion.com/video/xu5qjk_fenerbahce-besiktas-3-0-macinin-genis-ozeti-hd-07-10-2012_sport#.UcFzkec71mA

http://www.sporxtv.com/futbol/superlig/fenerbahce/kocaman-24-saat-huzurlu-uyuyacagimSXTVQ38340SXQ

öğretmenim canım benim

   Bir yaz akşamı Bademli’ye anneanneme kalmaya gitmiştik ve orada gördüğüm lakin şimdi kim olduğunu bile hatırlamadığım bir ablaydı belki de ilk aşkım. Ben mi öyleydim yoksa erkek çocuklarının hepsi mi sevdiği ablalarına âşık olurdu? Ve sonra İstanbul’daki ilk komşumuz olan bir hemşireydi yeni aşkım. Aşk mıydı bilmem ama o duygular? Saftı, saftım daha. O zamanlar dünya kirlenmemişti. Çünkü daha ben büyümemiştim ki…

   1981’in sonbaharı. Babam, bir yıl önce ‘babasından mı kaçmıştı yoksa sevdiği İstanbul’a mı sığınmıştı?’ tam olarak bilemiyorum ama artık İstanbul’du doyduğumuz yer. İlkokulun ilk günü, tek caddeli Ağın’dan sadece yedi tepesini saydıkları Dersaadet’e geleli birkaç kısa zaman olmuş. Şaşkınım. Anacığım okul yolundaki caddeyi nasıl geçeceğimi, okulda nelere dikkat edeceğimi ve dönüş yolundaki tembihlerini sıralayıp, duayla sırtımı sıvazlayıp evden uğurladı beni. Sızlıyordu yüreğim ve ağlıyordum belki de. Korkmuş muydum ne!

   Sınıfın kapısında sımsıcak gülümseyen yüzü, kucaklayıcı bakışı, insanın içinde sonbahara inat taze mevsimlere “merhaba” dedirten, bir melek karşıladı beni, bizleri. İçimdeki sonsuz endişe; orta uzunluktaki siyah saçları gibi dümdüz olmuş, taranmış ve huzura sevk edilmişti. O benim öğretmenimdi. İlkokulumdaki ilk öğretmenim. Yeni aşkımdı. Her sabah onu görmek için okula gidiyor ve onu üzmemek için ödevlerimi yapıyordum. Yıllar sonra ilk babamdan duymuştum bu sözü: Biz hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya âşık oluruz oğlum. Öyle sıradan değildi, güzeldi… Mecnun yüreğim Leyla öğretmenini sevmişti. Artık okul çölde olsa gidecektim. 


   İkici yılda bitmiş, ilkokulun ortasına gelmiştim ki okul binası ‘güvensiz bir yapı’ olması gerekçesiyle yıkılmak üzere kapanmıştı. Okul nasıl yıkıldıysa, Leyla Öğretmenin öğrencisi olma keyfide üstüme yıkıldı. Ben artık başka bir okulda, başka bir öğretmenin öğrencisiydim. Benim için ilkokulun asıl ilk günü 3. Sınıfın ilk günüdür aslında.


   Ve yıllar sonra bir başka öğretmen, bu kez ben hayat okulunun sınıfındayken dersime/hayatıma girdi. Tüm derslerden ikmale kalmış, devamsızlıktan çakmışken, çekip çıkardı beni, başka bir yere taşıdı. 24 Kasımlar her dem kıymetliydi ama O’nunla başka oldu ve bu yıl O’nun içinde farklı oldu. O, bundan önceki öğretmenliklerini çok sahici bulmadığı için bu 24 Kasım O’nun öğretmenliğinin ilk Öğretmenler Günü. İyi ki benim sınıfımı seçtin, iyi ki benim de Öğretmenimsin. Ne mutlu bana… 

   Âşık olduğum tüm öğretmenlerimin, aşkla yaşamaya devam edecekleri mesleklerinde başarılar diler, onların nezdinde öğretmen camiasının bu güzel günlerini (biraz geçte olsa) kutlarım… 


   Not: Bugün günlerden Aşura. En büyük öğretmenimizin, güzel öğrencileri, torunları, Ehl-i Beyti’nin de acılı günlerinin yıldönümü. Allah bizi O öğretmenin, öğretilerinden uzaklaştırmasın. Yüzlerce yıl sonra Kerbela’da büyük öğretmenin öğrencilerinden yanayız biz. Şahit ol Ya Rabbim…


   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   24.11.2012

dua-1

   Bazen bir dua gelir kalbinize konu verir, uğur böceği gibi, muştu gibi...

   Bu sabah yüreğimin kapısını açtığımda, bir dua apartmanın merdiveninde arkadaşını sokaktaki oyun için bekleyen sevimli bir çocuk gibi karşıladı beni. Tuttu elimden, sahip çıktı bana. Damarlarımın, yüreğime taşıdığı kiri gösterdim ona, yüzüm yerde. Sus der gibi, susta sadece bunu oku, der gibi baktı bana. Bakmaktan öteydi, içimden de içeri baktı. 
   
   Okudum bende:
   "Ellâhümme inneke afüvvün, tuhibbu’l-afve fa’fü annî” (Allah’ım! Şüphesiz Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affet)

   Huzur, güvenmektir, güvenilecek tek varlığa...
   Kandiliniz mübarek olsun.

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   16.05.2013

    not: regaip kandili
            Tirmizî, Daavât: 84

Sevdalı Çocuklardık

   Her birimiz için nasip edilen farklı bir günde gözlerimizi açtığımızda dünyaya ana göğsündeki memeye sarıldığımız gibi sarıldık sana. Kayıtsız ve yargısız önümüze gelen ucundan, (çok zamanda) bizden öncekilerin tuttuğu uçtan, kenarından köşesinden, can damarından, en kederli, en huzurlu yerinden sarıldık. Nasibimiz neresiyse oradan sarıldık, tutunduk sana ama tuttuğumuz yerin varlığından bağımsız olarak sevdik seni. Lakin her birimizin tutunduğu yer farklı olunca sevgimizin içeriği, anlamı, şekli, tezahürü, temaşası ve damakta bıraktığı tadı da, acısı da farklı oldu. Fakat bir hakikat var ki nihayetinde seni sevdik, sevmeye de devam edeceğimize gönülden yemin ettik. 

   Sevdamız hasta olduğundaki tedavi reçetemiz de, neş’e ye gark olduğundaki bayram coşkularımızı yaşama ritüellerimiz de birbirinden uzakmış gibi duruyordu ancak mevzunun ana damarına, yüreklerimizin derinine, olayın bidayetine de, nihayetine de uzandığımızda biz bu ülkeyi seven, sevdalı çocuklardık. Bu mübarek topraklara yönelik; yöntemimiz, yolumuz, yorumumuz-yordamımız, yakarışımız, yalvarışımız, yorgunluğumuz, yaralarımız birbirine denk gelmese de, sevdalandığımız yar (ne güzeldir ki) aynıydı. Aykırı çocukların ülkesi olmuştu bu topraklar ama aynı horonun, halayın el ele tutuşmuş çemberi de olmuştu. Tutuşmak ne güzel bir ifade öyle değil mi? Biz aynı ateşte tutuşmuş çocukların ülkesindeniz. Bu topraklarda ne zaman bir yangın çıksa hep beraber yandık, farklı olduğunu düşündüklerimizle… 

   Bugün Yemen Türküsü sende yürek burkmuyorsa, bugün tek başına bile olsa “Bir başkadır benim memleketim” şarkısı seni mutlu kılmıyorsa, açık bir gecede ay hilale dönmüşken gökyüzünde yanına varmayan yıldıza gönül koymuyorsan zor anlaşırız be kardeşim seninle… Yine de bil isterim sadece senin suçun değil bugün olanlar. Mahpusa giderken beni de iste yanına. Neden böyle oluyor biliyor musun? Ana nedenlerden biri hangisi biliyor musun? Muhammed Celaleddin’in Mevlana künyesiyle sanal alem için çok güzel sözler üreten biri sanıyoruz. Emre, Yunus’un soyadı mı? diye, soruyoruz birbirimize. Hacı Bayram’ı Ankara’da bir semt ve Hacı Bektaş-ı Veli’yi de dini hafife almak için uydurulan fıkraların değişmez kahramanıdır, sanıyoruz. Bundandır diye düşündüm ben, sen ne dersin be arkadaş?

   Ha bu arada duydun mu, Ankara'daki semt sakinlerinden Hacı Bayram(-ı Veli) ne diyor? “Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.”…

   Sevgili arkadaşım, şimdi benden uzağa kaçmak için, itmek için beni öteye ve belki de en acısı beni varlığından soğutmak için sana yakışmayanı yapmaya kalkma! Bak bakalım son bir haftada yaptığın paylaşımların içeriği hangi arkadaşlarına kahkahalar arttırırken, kaç arkadaşının da canını yakmıştır!.. Canını yaktığına misal mi arıyorsun? bana bakabilirsin. Ben, bu “Sanal alemdeki Türkiye'yi” etkileyecek şeyleri yazabilecek dirayetli kelimelerin sahibi değilim. Öylesine kocaman bir misyonun da hiç bir zaman peşine düşmedim. Böylesi bir yiğitlik Koca Yusuf’un karşısında güreşmekten de zor gibi geliyor bana. Ancak hiç olmazsa şuradaki bilmem kaç arkadaşımdan birinin bakışını; daha insancıl, daha munis, daha sevecen, daha halisane, daha makul, daha vicdanlı, daha saygılı, daha daha daha yapabilmesine vesile olabilir miyim? diye bakıyorum. Muhlis bir arkadaşım yok mu benim?..

   Ülkemizin üstünde gezinen bu gri bulutların baykuş sesinden yaratılmış gibi tepemizde dolaşmasından hiç mi tedirginlik duymuyoruz? Sırtımıza giydirilmiş öfkenin gömleğini ne vakit bir dervişin sakinlik ve samimiyet ipinden dikilmiş hırkasıyla yer değiştireceğiz?

   Lütfen sorularıma "ama" diye başlayan ve ardından da "sen ben, biz siz, yendik yenildik, gol oldu çizgiden çıkarttık, öyle yapmasaydınız böyle olmazdı" diye devam eden cümlelerle karşılık vermeyin...

   Ben kendimi sizin arkadaşınız, kardeşiniz sanıyorum yoksa yanıldım mı?..

   Bu ülke ne zaman ufukta onu çağıran hayallerini, günlük kavgaların galibi olmak aşkına kurşuna dizmişse %50'nin hangi yarısından olursa olsun %100 mağlup olmuştur, desem bu da mı ofsayt olur be kardeşim?..

   Biliyorum derdimi büsbütün anlatamayacağım. Güzel adam M.Akif Ersoy'unda dediği gibi;
Ağlarım,ağlatamam; hissederim, söyleyemem;

   Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım...

   Biliyorum zihnimden geçen harflerden adam akıllı cümleler kuramadan kaçıp karanlığa karışacaklar. Ne yapsam hep yarım kalacak içimden geçenler. Olsun be arkadaş içimden geçenler yarım kalsın da, bu mübarek toprakların insanları bir diğer yarısından mahrum kalmasın. Yeter ki bu yalnız ve güzel ülke hiç bir zaman yarım kalmasın. Allah'ın yarattığı sonsuzluğa kadar varlığı, birliği, dirliği her dem daim ve kaim olsun...

   Öyle değil mi be arkadaş!..

   Saygılarımla,
   m.fatih aydemir
   04.06.2013

Yemen Türküsü -
 http://www.youtube.com/watch?v=J3oUIx1VtMw
Bir Başkadır Benim Memleketim - http://www.youtube.com/watch?v=7CzAXX03zvg


13 Haziran 2013 Perşembe

ölüm gibi birşey oldu ama kimse ölmedi

    ölüm gibi birşey oldu ama kimse ölmedi (1)

    Şehrin yedi tepesinden birine kurulmuştu mahallemiz. Yine de payına düşen yokuşun meyili hiçbir oyunumuzu bozmayacak kadar kıvamında kalmıştı. Çıkmaz bir sokak değilse de, otomobil ile çıkılması zor bir ende daralırdı bir ucu. Belediye, üst sokağın, mahallemizin konumuna göre dik duruşunu ve kot farkından oluşan yüksekliğini, faili meçhul bir ustanın yaptığı merdiven ile çözüme ulaştırmaya çalışmıştı. Altı-yedi metre genişliğinde on-on iki basamaklı şişmanca bir merdivendi. Bakınca şans eseri oluşmuş gibi dururdu. Şaşı merdiven gördünüz mü hiç? Her bir taş bir başka iklimden, bir başka şehirden gelmiş gibiydi. Büyük şehir otogarlarındaki insan manzarasını hatırlatırdı. Otogarlarda ki her bir insan, hayatın kendisine sunduğu imkanları; yüzünde, kıyafetinde ve duruşunda nasıl sergiliyorsa, bu farklılık düzensizliği de nasıl yanında taşıyorsa, işte bizim merdivende öyle idi. Kendisine has bir hali vardı. Büyüklü küçüklü taşlar yan yana düşmüş ve merdiven olmuştu.

   Caminin kapısından çıktığımda; tespihlerin sesi kulağımda, Allah-u Ekber dudağımda, çocukluk yüreğimde çınlıyordu hala. Caminin bahçe kapısından da çıktım. Caddeye paralel koştum. Üst sokağı geride bırakıp,  merdivenleri kanatlarımın yardımı ile aştıktan sonra mahalleye vardım. Benimle beraber de bir güvercin indi sokağa. Tedirginlikle yüklü kanatları ile süzüldü. Birkaç metre uzağıma kondu. Doğduğu gün yüreğine ekilmiş korku ile boynunu bir o yana, bir tersine çeviriyordu. Birkaç kırıntı ve binlerce korku ile aramaya koyuldu nasibini. 

   Güneşin oluşturduğu gölgeler sahibinden kısa idi. Gün öğlen demişti. Baharın iktidarı yaza teslim edişinin üstünden bir-iki hafta geçmişti. Oysaki şehirdeki termometreler de cehennem yazıyordu. Bu cehennem o çocuk yüreğime şeytanlığı üfledi. Şeytanlık hazırda bir yerlerde bekler gibiydi. Bir an da elimde kocaman bir taş buldum. Kaldırımın kenarından sökülmüş. Neredeyse kaldırım kadar. Taşın havada süzüldüğü anı hatırlıyorum. Taş daha yer çekiminin etkisine mahkum olmadan, yüreğimi bin pişmanlık teslim aldı. Bir daha kanatlarının altına rüzgarı alıp, yedi tepeli şehri göremeyecekti o tedirgin güvercin. Bir çatının ıssız yerinde onu bekleyen yavrusu, büyümek için onu beklememeliydi. O taş yere düşerken yüreğimde düşmüştü. Ezilmişti her şey. Pişmandım ama geri dönemedim. Şimdi de öyle. Dönüşü olmayan bir yolculuğu adımlamaya başlamıştım. Tek yönlü bu bilet elime tutuşturulduğundan bu yana, beni ilk durakta beklediğine inandığım o güvercin düştü aklıma. Ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Bu kadar yıl geçmişti üstünden. Ben, yine de iddia makamına pişman olmamın dışında hiçbir savunma yazamamıştım. 

   Ailem, arkadaşlarım ve hayatımın bana çizdiği yolda kesiştiklerimiz ve gelmeye mecbur olduklarını düşünenler, hoca efendinin camiden çıkmasını bekliyorlardı. Kendi cenaze namazımda saf tutacaktım. Kalabalığın içinde dolaşmaya koyuldum. Sevenlerimin gözyaşlarında yansıyan hayalimin yerinde duruyordum. Ordaydım. Uzandım. Dokundum, dokunamadım. Bağırdım, duyuramadım. Baktılar, görünemedim.

   Anacığım! Sevilmeyi beklemeden sevenim! Duvarın dibinde, yüzünde bin yıllık acı ile durmaya çalışıyor. Dizleri ile hiçbir zaman iyi anlaşamamıştı. Yine sözünü dinlemiyorlardı. Tutunduğu, yaslandığı duvar olmasa çoktan bırakacaktı onu dizleri. “ Acınızı görmeyeyim, yüzünüz hep gülsün, diye dua ederdim. Allah’ım! Allah’ım! Duamı kabul eylemedin mi?” dedi. Gözyaşı dökerken hep sırtını dönerdi. Yine döndü. 
  
  -Anacığım! Ben buradayım. Dön bir kez daha bak, dedim, duyuramadım. 
  -Öpeyim, sarılayım, kokla beni bir daha, dedim, duyuramadım. 
   Ne kavgalara tutuşmuştuk. İncir çekirdeği büyüktü, içini dolduramazdık. Bi küçüğümdü. 

   Bacımdı, yürek yarımdı. Ağlaması anama benzerdi. Çok zorda kalmadıkça öyle her yerde ağlamazdı. Kaçtı gitti

  “Dur” dedim, durmadı.
  
   Şadırvanın ardına saklandı. Taburelerin birine düşercesine oturdu. Yana döndü. Kapandı dizlerine. Ağlamaya başladı. Boncuk boncuk süzüldü gözyaşları, sel oldu sonra. Yanına oturdum. Bir anda kaldırdı kafasını, bana baktı: “Salak, daha evdeki telefonun kablosunu bağlamadın. Edilmemiş nice kavgalarımız vardı nereye gittin? Ben kime Abişko diyeceğim” dedi ve oturduğum tabureyi yumruklamaya başladı.
  
  -Beni görüyorsun,dedim. Görmedi. 
  -Sarıl, ağlama, bak buradayım, dedim, duyuramadım.

   Birilerine anlatmalıydım yanlarında olduğumu. Beni duyan, gören, hisseden biri olmalıydı. 
En küçüğümüzün yanına gittim. O da küçük bacımdı. O da yürek yarımdı. Teyzemin kızları ile hemcins olmanın ve akraba olmanın ötesinde bir başka muhabbetleri, farklı dostlukları vardı. Yine yan yana duruyorlardı; ama o hep bildiğimiz şen şakrak hallerinden eser yoktu. Hepsinin gözlerine kızıl, kan çanağı bir deniz oturmuştu. Yıkılmamak için birbirine yaslanan tarihi ahşap evler gibi duruyorlardı. Hepsi birbirine dayanmış, biri yıkılsa hayat üstlerine yıkılacak gibilerdi. Anlık feryatlar kopuyordu. Yürek parçalayan haykırışları, beni bir kez daha öldürüyordu. 
  
  -Hadi kalk, hadi kalk! Gel Fener’in şampiyonluk maçına gidecektik hani. Sen benim biricik ağabeyimdin, ben sensiz ne yaparım, dedi ve olduğu yere yığıldı. 
  
  Eş dost birileri tutmaya, ayağa kaldırmaya çalıştılar. Bırakmıştı kendini, yüreğindeki acının ağırlı ile. Zorlukla bir taşın üstüne oturtturdular. Yanına koştum. Gözyaşları dökülüyordu yanağından. Elimi uzattım, silmek istedim. Yapamadım. Dokundum, anlatamadım.
  
  -A benim küçüğüm, büyümeyen bacım, dedim. 
  
  Öptüm yanağından. Olmadı, öpemedim.

  Kuşak savaşının ne olduğunu bilmediğimdi. Kimse ile anlaşamadığım konularda onunla koalisyon kurardım. Babamdı. Babaların babasıydı. Öyle yazardı telefonumda. Yüreği köz olmuş, içini yakmış, bitirmişti. Bir rüzgar gelip-geçse içinden, içini alır savururdu bilinmez nice diyarlara. Bu durumdan haber aldığından beri hiç ağlamamıştı. Karşımda, tabutun önünde durdu. Bir şeyler mırıldanmaya başladı. Yanına sokuldum. 

  -Ben sana, beni Harput’ a götür demiştim. Sıraya koymuştuk. Sırayı bozdun da gittin, dedi.

  Öyle sağlam duruyordu, o düşse şehir düşecekti. Kol kola girmek için kolumu uzattım. Severdim onunla böyle yürümesini. Bu yürüyüşün benim bile bilmediğim bir büyüsü vardı. Olmadı ama bu sefer. Eskisi gibi tadı çıkmadı. Yanında durduğumu, içinde yıkılana omuz verdiğimi anlayamadı. Eğildim, ellerine sarıldım. Öptüm ellerini. Oysaki ne sarılabildim, ne de öpebildim ellerini.

  En son o gelmişti hayatıma ya da ben gitmiştim onun hayatına. Ne de iyi olmuştu. Hayat ortağımdı, canımdı, eşimdi. Sanki şehir çekip gitmişti. Tek başına kalmıştı o kalabalıklar içinde. Şairin dediği gibi; 

   “Yalnız bırakılmışsınız, 
   biliyorum. 
   Ötesi yok.”  (2)

  Bir şeyler anlatmalıydım. Ayakta durmalıydı. Oysa o hayatta durma konusunda terettütlüydü. Yüzünü döktü yere ve birkaç da cümle: 
  
  -Hayallerimiz vardı. Beraber ektiğimiz, yeşertip büyüttüğümüz. Sen iki kişilik hayallerimizi de aldın gittin. Ben bu şehre sen varsın diye gelmiştim. Artık hangi şehir beni kabul eder, dedi.

  -Yapma ne olursun. Hayallerimizin katili olmayı ben ister miydim! Sen dualarımın kabulüsün, bin kez daha ölürüm, dedim.
Ne değişti ki o da duymadı. Kimselerin duymadığı gibi. Bir buse bıraktım alnına, ben bile bıraktığıma inanmadım.

  Saf tuttular. Yanlarına yaşattım, almadılar. Beni sevenlerin, aklında dönen makara, her 
turunda yüreklerini bir kez daha acıttı. Bir süre sonra kabuk tutacaktı. Kendimden bilirdim; ama yine bilirim ki; tur dönüp, gidenler aklıma düştüğünde, kabuğu kalkardı yaramın, içim acırdı.

  Hakkımda iyi düşünmeyenler, üzülmeyenler de vardı. Kavgalar, geçimsizlikler ve sevgisizliklerle yoğrulmuştu hayat. Şimdi yine soluk almış olsam, kavgaya tutunacak ve sevenlerime “hep bir sonraki zamandan yer” ayırtacaktım. Ancak, giderken bu haksızlığı etmek istemedim. Sevenlerim yanında olmayı diledim. Söyleyeceğim çok şey var, söyleyemediğim, yanımda götürdüğüm. İclal Aydın’ın dediği gibi “çantada keklik sevdalarımdı” onlar benim. Nede olsa onlar hep orada bir yerlerde bekliyorlardı.  

  Gidenleri görmüştüm. Hemen yanı başımda soluk alıp gidenleri. Yinede uslanmadım. Gün geldi sevdiklerimden biri gitti, biri daha ve sırası gelen. Ve gün geldi ben gittim, sevdiklerimden. Söylenecek binlerce söz kaldı içimde. Yüreğime hapsettim. Derinliklere gömülen ve bir daha kimselerin bulamayacağı bir hazine gibi. Sevdiklerimde açtığım yaralara, merhem bulunur zamanları, hayatın telaşında kaybettim. Yüzlerce sövgüyü, hakareti sıralamakta gecikmedim ama kimselere adam akıllı diyemedim “seni seviyorum” diye.

  Şimdi, benim için saf tutan sevdiklerimin hüznüne yapışıyor, diyemediğim sevda cümleleri.

                                                        *** 

  Sizleri üzmek için, haddime düşmez ders vermek için yazmadım bunları. Kendi cenazeme gidebilme şansım olsa idi, yaşanması muhtemel senaryolardan birini kurguladım. Ölmek değildi kabusum, söyleyecek sözleri söyleyemeyişimdi. Zaman dönüp dolaşıyor, gidenleri getiriyor aklıma. Her seferinde onlara söyleyemediklerim dikiliyor karşıma. Eziliyorum. 

  Hepimizin bildiği bir hesap var ki; o da bu yazıyı okuyan her birimiz, bir zaman dilimi daha yaklaştık okuduklarımıza. Belki tam da benim anlattığım gibi olmayacak. Ama doğrusunu kim bilebilir ki, kim gitti de döndü. Derdimde zaten doğrusunu bulmak değil, sevdalar kursağımızda kalsın istemedim.

  Bir bahar daha doğdu ömrümüzün penceresine. Doğan güzel baharın hatırına, çiçekler açsın yüreğimizden, tüm sevdiklerimizin diyarına. 

  Düşünün; bugün gitseniz, kime sevdiğinizi bir kez daha yada ilk kez söylemediğinize üzülürsünüz…     

  Saygılarımla…
  m.fatih aydemir
  28.04.2006 

(1) Özdemir ASAF
(2) Özdemir ASAF