Sayfalar

13 Haziran 2013 Perşembe

ölüm gibi birşey oldu ama kimse ölmedi

    ölüm gibi birşey oldu ama kimse ölmedi (1)

    Şehrin yedi tepesinden birine kurulmuştu mahallemiz. Yine de payına düşen yokuşun meyili hiçbir oyunumuzu bozmayacak kadar kıvamında kalmıştı. Çıkmaz bir sokak değilse de, otomobil ile çıkılması zor bir ende daralırdı bir ucu. Belediye, üst sokağın, mahallemizin konumuna göre dik duruşunu ve kot farkından oluşan yüksekliğini, faili meçhul bir ustanın yaptığı merdiven ile çözüme ulaştırmaya çalışmıştı. Altı-yedi metre genişliğinde on-on iki basamaklı şişmanca bir merdivendi. Bakınca şans eseri oluşmuş gibi dururdu. Şaşı merdiven gördünüz mü hiç? Her bir taş bir başka iklimden, bir başka şehirden gelmiş gibiydi. Büyük şehir otogarlarındaki insan manzarasını hatırlatırdı. Otogarlarda ki her bir insan, hayatın kendisine sunduğu imkanları; yüzünde, kıyafetinde ve duruşunda nasıl sergiliyorsa, bu farklılık düzensizliği de nasıl yanında taşıyorsa, işte bizim merdivende öyle idi. Kendisine has bir hali vardı. Büyüklü küçüklü taşlar yan yana düşmüş ve merdiven olmuştu.

   Caminin kapısından çıktığımda; tespihlerin sesi kulağımda, Allah-u Ekber dudağımda, çocukluk yüreğimde çınlıyordu hala. Caminin bahçe kapısından da çıktım. Caddeye paralel koştum. Üst sokağı geride bırakıp,  merdivenleri kanatlarımın yardımı ile aştıktan sonra mahalleye vardım. Benimle beraber de bir güvercin indi sokağa. Tedirginlikle yüklü kanatları ile süzüldü. Birkaç metre uzağıma kondu. Doğduğu gün yüreğine ekilmiş korku ile boynunu bir o yana, bir tersine çeviriyordu. Birkaç kırıntı ve binlerce korku ile aramaya koyuldu nasibini. 

   Güneşin oluşturduğu gölgeler sahibinden kısa idi. Gün öğlen demişti. Baharın iktidarı yaza teslim edişinin üstünden bir-iki hafta geçmişti. Oysaki şehirdeki termometreler de cehennem yazıyordu. Bu cehennem o çocuk yüreğime şeytanlığı üfledi. Şeytanlık hazırda bir yerlerde bekler gibiydi. Bir an da elimde kocaman bir taş buldum. Kaldırımın kenarından sökülmüş. Neredeyse kaldırım kadar. Taşın havada süzüldüğü anı hatırlıyorum. Taş daha yer çekiminin etkisine mahkum olmadan, yüreğimi bin pişmanlık teslim aldı. Bir daha kanatlarının altına rüzgarı alıp, yedi tepeli şehri göremeyecekti o tedirgin güvercin. Bir çatının ıssız yerinde onu bekleyen yavrusu, büyümek için onu beklememeliydi. O taş yere düşerken yüreğimde düşmüştü. Ezilmişti her şey. Pişmandım ama geri dönemedim. Şimdi de öyle. Dönüşü olmayan bir yolculuğu adımlamaya başlamıştım. Tek yönlü bu bilet elime tutuşturulduğundan bu yana, beni ilk durakta beklediğine inandığım o güvercin düştü aklıma. Ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Bu kadar yıl geçmişti üstünden. Ben, yine de iddia makamına pişman olmamın dışında hiçbir savunma yazamamıştım. 

   Ailem, arkadaşlarım ve hayatımın bana çizdiği yolda kesiştiklerimiz ve gelmeye mecbur olduklarını düşünenler, hoca efendinin camiden çıkmasını bekliyorlardı. Kendi cenaze namazımda saf tutacaktım. Kalabalığın içinde dolaşmaya koyuldum. Sevenlerimin gözyaşlarında yansıyan hayalimin yerinde duruyordum. Ordaydım. Uzandım. Dokundum, dokunamadım. Bağırdım, duyuramadım. Baktılar, görünemedim.

   Anacığım! Sevilmeyi beklemeden sevenim! Duvarın dibinde, yüzünde bin yıllık acı ile durmaya çalışıyor. Dizleri ile hiçbir zaman iyi anlaşamamıştı. Yine sözünü dinlemiyorlardı. Tutunduğu, yaslandığı duvar olmasa çoktan bırakacaktı onu dizleri. “ Acınızı görmeyeyim, yüzünüz hep gülsün, diye dua ederdim. Allah’ım! Allah’ım! Duamı kabul eylemedin mi?” dedi. Gözyaşı dökerken hep sırtını dönerdi. Yine döndü. 
  
  -Anacığım! Ben buradayım. Dön bir kez daha bak, dedim, duyuramadım. 
  -Öpeyim, sarılayım, kokla beni bir daha, dedim, duyuramadım. 
   Ne kavgalara tutuşmuştuk. İncir çekirdeği büyüktü, içini dolduramazdık. Bi küçüğümdü. 

   Bacımdı, yürek yarımdı. Ağlaması anama benzerdi. Çok zorda kalmadıkça öyle her yerde ağlamazdı. Kaçtı gitti

  “Dur” dedim, durmadı.
  
   Şadırvanın ardına saklandı. Taburelerin birine düşercesine oturdu. Yana döndü. Kapandı dizlerine. Ağlamaya başladı. Boncuk boncuk süzüldü gözyaşları, sel oldu sonra. Yanına oturdum. Bir anda kaldırdı kafasını, bana baktı: “Salak, daha evdeki telefonun kablosunu bağlamadın. Edilmemiş nice kavgalarımız vardı nereye gittin? Ben kime Abişko diyeceğim” dedi ve oturduğum tabureyi yumruklamaya başladı.
  
  -Beni görüyorsun,dedim. Görmedi. 
  -Sarıl, ağlama, bak buradayım, dedim, duyuramadım.

   Birilerine anlatmalıydım yanlarında olduğumu. Beni duyan, gören, hisseden biri olmalıydı. 
En küçüğümüzün yanına gittim. O da küçük bacımdı. O da yürek yarımdı. Teyzemin kızları ile hemcins olmanın ve akraba olmanın ötesinde bir başka muhabbetleri, farklı dostlukları vardı. Yine yan yana duruyorlardı; ama o hep bildiğimiz şen şakrak hallerinden eser yoktu. Hepsinin gözlerine kızıl, kan çanağı bir deniz oturmuştu. Yıkılmamak için birbirine yaslanan tarihi ahşap evler gibi duruyorlardı. Hepsi birbirine dayanmış, biri yıkılsa hayat üstlerine yıkılacak gibilerdi. Anlık feryatlar kopuyordu. Yürek parçalayan haykırışları, beni bir kez daha öldürüyordu. 
  
  -Hadi kalk, hadi kalk! Gel Fener’in şampiyonluk maçına gidecektik hani. Sen benim biricik ağabeyimdin, ben sensiz ne yaparım, dedi ve olduğu yere yığıldı. 
  
  Eş dost birileri tutmaya, ayağa kaldırmaya çalıştılar. Bırakmıştı kendini, yüreğindeki acının ağırlı ile. Zorlukla bir taşın üstüne oturtturdular. Yanına koştum. Gözyaşları dökülüyordu yanağından. Elimi uzattım, silmek istedim. Yapamadım. Dokundum, anlatamadım.
  
  -A benim küçüğüm, büyümeyen bacım, dedim. 
  
  Öptüm yanağından. Olmadı, öpemedim.

  Kuşak savaşının ne olduğunu bilmediğimdi. Kimse ile anlaşamadığım konularda onunla koalisyon kurardım. Babamdı. Babaların babasıydı. Öyle yazardı telefonumda. Yüreği köz olmuş, içini yakmış, bitirmişti. Bir rüzgar gelip-geçse içinden, içini alır savururdu bilinmez nice diyarlara. Bu durumdan haber aldığından beri hiç ağlamamıştı. Karşımda, tabutun önünde durdu. Bir şeyler mırıldanmaya başladı. Yanına sokuldum. 

  -Ben sana, beni Harput’ a götür demiştim. Sıraya koymuştuk. Sırayı bozdun da gittin, dedi.

  Öyle sağlam duruyordu, o düşse şehir düşecekti. Kol kola girmek için kolumu uzattım. Severdim onunla böyle yürümesini. Bu yürüyüşün benim bile bilmediğim bir büyüsü vardı. Olmadı ama bu sefer. Eskisi gibi tadı çıkmadı. Yanında durduğumu, içinde yıkılana omuz verdiğimi anlayamadı. Eğildim, ellerine sarıldım. Öptüm ellerini. Oysaki ne sarılabildim, ne de öpebildim ellerini.

  En son o gelmişti hayatıma ya da ben gitmiştim onun hayatına. Ne de iyi olmuştu. Hayat ortağımdı, canımdı, eşimdi. Sanki şehir çekip gitmişti. Tek başına kalmıştı o kalabalıklar içinde. Şairin dediği gibi; 

   “Yalnız bırakılmışsınız, 
   biliyorum. 
   Ötesi yok.”  (2)

  Bir şeyler anlatmalıydım. Ayakta durmalıydı. Oysa o hayatta durma konusunda terettütlüydü. Yüzünü döktü yere ve birkaç da cümle: 
  
  -Hayallerimiz vardı. Beraber ektiğimiz, yeşertip büyüttüğümüz. Sen iki kişilik hayallerimizi de aldın gittin. Ben bu şehre sen varsın diye gelmiştim. Artık hangi şehir beni kabul eder, dedi.

  -Yapma ne olursun. Hayallerimizin katili olmayı ben ister miydim! Sen dualarımın kabulüsün, bin kez daha ölürüm, dedim.
Ne değişti ki o da duymadı. Kimselerin duymadığı gibi. Bir buse bıraktım alnına, ben bile bıraktığıma inanmadım.

  Saf tuttular. Yanlarına yaşattım, almadılar. Beni sevenlerin, aklında dönen makara, her 
turunda yüreklerini bir kez daha acıttı. Bir süre sonra kabuk tutacaktı. Kendimden bilirdim; ama yine bilirim ki; tur dönüp, gidenler aklıma düştüğünde, kabuğu kalkardı yaramın, içim acırdı.

  Hakkımda iyi düşünmeyenler, üzülmeyenler de vardı. Kavgalar, geçimsizlikler ve sevgisizliklerle yoğrulmuştu hayat. Şimdi yine soluk almış olsam, kavgaya tutunacak ve sevenlerime “hep bir sonraki zamandan yer” ayırtacaktım. Ancak, giderken bu haksızlığı etmek istemedim. Sevenlerim yanında olmayı diledim. Söyleyeceğim çok şey var, söyleyemediğim, yanımda götürdüğüm. İclal Aydın’ın dediği gibi “çantada keklik sevdalarımdı” onlar benim. Nede olsa onlar hep orada bir yerlerde bekliyorlardı.  

  Gidenleri görmüştüm. Hemen yanı başımda soluk alıp gidenleri. Yinede uslanmadım. Gün geldi sevdiklerimden biri gitti, biri daha ve sırası gelen. Ve gün geldi ben gittim, sevdiklerimden. Söylenecek binlerce söz kaldı içimde. Yüreğime hapsettim. Derinliklere gömülen ve bir daha kimselerin bulamayacağı bir hazine gibi. Sevdiklerimde açtığım yaralara, merhem bulunur zamanları, hayatın telaşında kaybettim. Yüzlerce sövgüyü, hakareti sıralamakta gecikmedim ama kimselere adam akıllı diyemedim “seni seviyorum” diye.

  Şimdi, benim için saf tutan sevdiklerimin hüznüne yapışıyor, diyemediğim sevda cümleleri.

                                                        *** 

  Sizleri üzmek için, haddime düşmez ders vermek için yazmadım bunları. Kendi cenazeme gidebilme şansım olsa idi, yaşanması muhtemel senaryolardan birini kurguladım. Ölmek değildi kabusum, söyleyecek sözleri söyleyemeyişimdi. Zaman dönüp dolaşıyor, gidenleri getiriyor aklıma. Her seferinde onlara söyleyemediklerim dikiliyor karşıma. Eziliyorum. 

  Hepimizin bildiği bir hesap var ki; o da bu yazıyı okuyan her birimiz, bir zaman dilimi daha yaklaştık okuduklarımıza. Belki tam da benim anlattığım gibi olmayacak. Ama doğrusunu kim bilebilir ki, kim gitti de döndü. Derdimde zaten doğrusunu bulmak değil, sevdalar kursağımızda kalsın istemedim.

  Bir bahar daha doğdu ömrümüzün penceresine. Doğan güzel baharın hatırına, çiçekler açsın yüreğimizden, tüm sevdiklerimizin diyarına. 

  Düşünün; bugün gitseniz, kime sevdiğinizi bir kez daha yada ilk kez söylemediğinize üzülürsünüz…     

  Saygılarımla…
  m.fatih aydemir
  28.04.2006 

(1) Özdemir ASAF
(2) Özdemir ASAF
    



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder