yüreğimden düşen cemre
Ama fazla da üzülme hayat bitiyor bir gün
Ayrılıktan kaçılmıyor
Hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür
Ömür imtihanla geçiyor.*
Cemreler düştü, geçti mevsimimizden. Ve düş gibi mi geçmekte ömür. Bu kısa macerada bir şeylere tutunmak gerekiyor. Neye?
Düşmemek için değil belki de, bu tutunmak, yaşamın derinliklerinde ki gerçek anlamına yol almak için. Aradığımız o tutulacak kıymet yüreğimizde saklı olmasın. Çok zaman bulamayışımızın nedeni yanlış yerde arayışlarımızdır, kim bilir?
İlla ki siz de yaşamışsınızdır, gözlüğünüzü aramış, tüm evin altını üstüne getirdikten sonra, gözlüğünüzü burnunuzun hemen üstünde ve tam gözünüzün önünde bulma şaşkınlığını!
Biz, aynaların yalan söylediği dünyaların çocukları mıyız? Bilmiyor muyuz bakmayı, bakınca görmeyi. İlkokuldan hafızama yer etmiş bilgilerin içinde, öne çıkan, sivrilen ne idi diye sorsanız, gerilere doğru dönüp çocukluğumu çağırdığımda ilk aklıma düşen, Hayat Bilgisi kitabımızdaki “Bakmak ve Görmek” isimli ders konusudur. O güne kadar bakmanın ve görmenin birbirine sarılmış iki kardeş olduğunu düşünürdüm. Oysaki onlar sırt sırta vermiş ve birbirlerinden çok farklı yönlere bakan iki düello kahramanıydı. Acaba yüreklerimize dönüp bakınca, göremiyor muyuz içimizdeki cevheri.
Boşlukta kalmamak, düşmemek için aradığımız o değer, hepimizin yüreğinin dehlizlerinde yatan, inci mercanlarla süslenmiş, ipek kaftanlarla sarıp sarmalanmış ve biz dilemedikçe ve tüm varlığımızca istemedikçe su yüzüne çıkmayacak olan gerçek hazinemiz, sevdamız olmasın. Biz, sevdasız neye yararız?
Düşünmenizi istediğim; belki bir düş değil, kabus gibi bir şey ama bir an için düşünün. Sevdiğiniz her şeyi aklınıza bir-bir dizin. Ve tüm dizdiğiniz o sevdalar bütününü bildiğiniz en yüksek uçurumdan aşağıya yuvarlayın( yüreğiniz el verirse bunu düşünün) Ne kalır ki geriye! Bizler, her yeni gün “hayat postanesi”nden, durmaksızın şikayet mektupları göndermiyor muyuz talihimizin bize küsüp taşındığı şehre?
İçimizdeki ve çok zaman unutulmaya mahkum kıldığımız o sevdaya, af çıkardığımız ilk anda cemre gibi düşer yüreğe? Adım-adım gelir. Bıraktığı iz giderek koyulaşır, derinleşir ve sonunda bizi esir alır. Ondan önce bildiğimiz dünyamızı kapı dışarı eder, tüm hürriyetlerimizi çöpe atarak ve baskıların üstüne basa-basa, yüreğimizde ki yaz akşamlarının ferahlığında, kendimizi sevda fanusunun içine hapsederiz.
Birinci cemre düşer ve önce gözümüz seçer ve sevda mayasını içimize sürmeye başlar. “Gözü ile sevmediğini gönlü ile sevmez” denilmemiş miydi? Denilmediyse desin biri. Düne,bugüne ve yarına sığdırılmış, sıkıştırılmış hayat, güzel görmeyi bilenlerin yüreğinde uzuyor. Yoksa hepimizin bildiği söz ile “üç günlük dünya” oluverip çıkıyor. Gözümüzün önünde büyütüyoruz sevdamızı. Kimselere el sürdürmüyoruz. Gözümüz gibi bakıyoruz.
Sonra cemre dilimize düşüyor. Hep ondan bahsetme ihtiyacı duyuyoruz. Onu konuşmadıkça nefes alamıyoruz. Herhangi bir mevzunun orta yerinde, hayatımızı bağlaç eğleyip, konunun kıblesini ona çevirerek, hayat maratonunun içinde, soluk almaya yarayan bir vaha imar ediyoruz. Dünyanın mengenesine sıkışmış yaşamlarımızın direnç kaynağı oluveriyor. Cümlelerimiz onun uçurtmasının kuyruğuna tutunup gelince, türkülere yürek derinliğimizden gelen ezgiler yerleşiyor. Her defasında, hepimizin sevdası ile dillenmiş aşklarımız yayılıyor cihana. Sevda dillere düşüyor. Ama bu dil değer düşüren değil, destanlar yazan sevdalara yelken açıyor.
Kalp,yürek olmak için son cemrenin kendi payına düşmesini arzuluyor. Sevdanın cemresi yürek ediyor kalbi. Biliyor ki sevda berekettir. Sevmeye başlayınca bir başka ritme bürünür, bir başka atmaya başlar yürek. Sevdanın melodisi öyle bildik bir ritme açılır ki, o pencereden görünen yıldızlı gökyüzü bahçesini her göz tanır. Artık kusurlarından münezzeh sevda, nakış-nakış aşk işler içimize. Yüreğimize batan sevdanın tığı, o bildik acıyı tattırmaz benliğimize. Bize dokununca değil, sevdamıza dokunulursa acır yürek yaramız.
Vaktimizin hırsızı nice yenilikler altında eziliyor, zaman israf ediyoruz. İnsana özgü “ruh inceliğimizden” çalıp, maddeye mi yeniliyoruz? Teknolojinin peşi sıra gitmenin bedelini, ruhumuzdan ödünler vererek ödüyoruz. Bir zamanlar el kadar olan dünyamızı çok gerilerde bıraktık. Şimdi dünyayı –teknoloji ile- avuçlarımızın içinde eritiyoruz. Ancak; dokunmadan, tutmadan ve emek harcamadan bir kazanım elde edebileceğimize mi inanamaya başladık? Bunun için midir ki; artık daha çok sevgisizlik, densizlik ve dengesizliklerle karşılaşıyor ve yaşıyoruz. İnsana özgü duygularımızı çok mu göz ardı ettik? Sevda gibi, sıla gibi, gurbet gibi…
Şu hayatta tutunacak, ve anlık dahi olsa soluklanacak sevda koylarına muhtaç değil miyiz? Dönüp bakmaya üşendiğimiz ruhumuzda bize özgü ekilmiş bir sevda başağı var. Bilmediğimizi bir şehirde gezinirken, hiç ummadığımız bir sokağın ucundan karşımıza çıkan eşsiz manzara gibi, ansızın karşımıza çıkıveriyor. Görmezden de gelemiyoruz. Bu sevda önümüze dikiliyor, uzaktan, bilmediğimiz bir mekandan çıkıp gelen türkülerin kollarında. O bizim hatırlamaktan korktuğumuz sevdamız. Gözyaşı oluyor, o içimizdeki saklı şehirden, saklı hazineden akıp düşüyor yere. Nimet gibi çekiniyoruz üstüne basmaktan, bir adım sonrasına ayak uzatıyoruz. Çünkü o içimizdeki sevdadan düşen mübarek bir parça.
Sizleri o sevdaya çağırıyorum. Yüreğinizdeki Ağın’a çağırıyorum. İçimizdeki kadar yakın, ta içimizdeki kadar uzak o memlekete çağırıyorum. Uzaklıklar, yüreğimizdeki sevdanın gücü ile orantılı olmasın. Şarkıların dili ile konuşursam “seven ne yapmaz”. Biliyorum ki bu tek başına bana düşmeyecek kadar güzel bir sevda. O, bizi bekliyor gitmeyecek miyiz ?
İlk soluğumu aldığım yer, gözbebeğime düşen ilk ışık, dilimden yayılan ilk ses ve yüreğime ekilen ilk sevdanın tanığı Ağın. Ağın,yüreğime yapışan sevdanın adı. Cemrelerimin sahibidir. Gözüme, dilime, yüreğime düşen cemrelerin sahibidir.
Yüreğime düşen cemredir Ağın!
Saygılarımla…
Not: Ağın Düşün Sanat Dergisi için yazılmıştır.
* Sezen Aksu
m.fatih aydemir
nisan 2006-istanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder