Gün gelir anılar kimsesizler yurduna evlatlık verilir…
Kimi iddialar, içine sığdırılmaya çalışılan kaba ya çok büyük gelirler ya da gereğinden iri bir kutunun içine konulmuş minik nesne gibi eğreti bir hal alırlar. Her ne kadar o fikri gökyüzüne çıkartmaya da çalışsak, içini dolduracak rüzgâr bulamadığımızdan, sunduğumuz iklimde demlenmez, yelkenini şişirmez, kanadı kırık kalır. Uçamaz. Uçurtma da olsa zihnimizdeki o düşünce, içini doldurulmadığımızdan dolayı yere düşünce, bir daha toplayamaz kendini. Kuyruğuna taktığımız yel ya yerden kaldırmaz ya da yerden yere vurur hafif fikirlikten. Böylesi bir acı ile karşılaşmadan yeni bir iddia da bulunacağım.
Şehir-İnsan ilişkisi ve birbirlerinin karakterlerine kattıkları üzerine birçok söz söylenmiştir. İnsanlar coğrafya ile olan aşkları için mecnun olmuş ve ömür salıncağını hep bu kervanların geçtiği yollara kurmuşlardır. İlk akla düşenler; Garpta Marco Polo, Şarkta İbn Batuta ve bizden biri olarak, bizi anlatan Evliya Çelebidir. Coğrafyaları anlatırken beraberinde de hayatın manzaralarını çizmişler. Bozkırları, sahipsiz toprakları, insansız yüzeyleri değil de neden insan elinin dediği, şekillendirdiği yerleri anlatmışlardır dersiniz? Üstat Necip Fazıl Kısakürek “Canım İstanbul” diye şehre bir maşuku gibi seslenmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir” kitabı ile şehirlerin değişimi ve insanların yaşamını irdelemiştir. Bu değişimin o şehir de yaşayan insan olgusu üzerindeki etkisini gözlemlemiş ve edebi bir dilde resmetmiştir. Sevgili ağabeyim Günerkan Aydoğmuş “Eğin’de Cirit Oyunu” isimli hikâye kitabında Fırat nehri ve yol aldığı güzergâhtaki insanlar ile olan ilişkisi için şöyle der: Tanrı onun yarınını çevresindekilerin kaderiyle eş tutarak sökülmez bir çivi, bozulmayan bir yazı misali alınlarına vurmuştur.
Şehirler insanları, insanlar da şehirleri şekillendiriyor. Karşılıklı paylaşım ve aktarım yeri gelir bir sanatçı üslubu ile buluştuğunda sıradanlıktan, sanata erişen bir meleke, yol, yorum oluyor. Usta elindeki gizli maharet gibi; yok etmeye değil, yâr etmeye niyetlenir gibi birbirimize karakter, mizaç ve yapı taşı işliyor, ekliyor, yeri gelirse de eksiltiyor. İnsan şehrin duvarını örmek, imar etmek, yol yapmak, ruh katmak, peyzajını oluşturmak ve siluetini çizmek adına bir taş koyunca, şehir de insanın endişelerine, sevinçlerine, hüzünlerine, eğlencelerine, yazına ve güzüne, duruşuna, hayata bakışına, dünya telaşına, maddi hevesinden, maneviyat aşkına kadar her bir karakter duvarına, DNA’larına bir taş bırakıyor.
Daha da gerilere dönebilir, Ağın ve kollarını açtığında kucaklayabileceği yakınlıktaki coğrafyada yaşamış ve halen yaşayanların geneli için şu iddiada bulunabilirim ki: bu topraklar asi doğurmayacak, yetiştirmeyecek ve yaşatmayacak kadar mert, sadık, saf, beyaz ve adam akıllı dupdurudur.
Keban Barajı, Ağının ve Ağınlının kaderi üzerine çok ciddi bir kırılma noktasındır. Bu kırılma noktası ile beraber Ağın’ın güleç yüzü karamsarlığa pencere açarken, Anadolu’nun bir çok yerleşim birimi teknoloji ile gelen ilk aydınlığa merhaba demiştir. Muktedir, hayatın içinde ne büyük tezatları bir arada yaşamamızı emir buyurmaktadır. Tüm Anadolu aydınlığa kavuşurken, Ağınlının anılarını biriktirdiği coğrafya kör kuyuların karanlığa mahkûm olmaktaydı.
Murad ağlar murad ağlar
Çay coşmuş Murad ağlar
Kimi muradın almış
Kimi namurad ağlar
İstanbul’da çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği mahalleden gün geldi taşınmak durumunda kaldık. Mahalleye inebilmek için 10-12 m. genişliğinde bir merdiveni kullanmak gerekiyordu. Her bir basamağı diğerinde farklı, ölçüsüz idi. Eğer asimetri ifadesinin bir sınırı varsa, merdivenin yapısı onun kurallarını da aşıyordu. Derme çatma da olsa, kendine özgü yapısı ile bağımsızlığını ilan etmiş gibiydi. Bir adımınızı attığınızda diğerini nereye atacağınızı bilemediğiniz bir bilmece gibiydi merdiven. Taşındıktan bir sene sonra tekrar mahalleye ziyarete gittiğimde belediyenin merdiveni yenilediğini, her biri bir başka anıyı taşıdığını düşündüğüm basamak taşlarını söküp aldıklarını gördüğümde, dökülmesin diye gözyaşlarımı zor zapt etmiştim. Benim bir merdiven üstünden yaşadığım acıyı Ağın ve Ağınlı bağlarını, bahçelerini, emeklerini, umutlarını, umduklarını, umup da bulamadıklarını, umuma açık bıraktıklarını, gönlünden bile sakladıklarını yitirerek defaatle yaşadı.
Sıkıntılarını, sızılarını, yüreğinden sızanları, heyecanlarını, hayallerini, köylerini, yerlerini, yurtlarını, sevdalısına gittiği yollarını, çocukluğunu, belki gençliğini, geçkinliği, hayır ya da şer diye geride bıraktığı her şeyin izini derin sancılara yüreğini gark ederek yaşadı. Bu benim neslime ve benden sonrasına ne kadar anlatılsa da bizlerin hafıza ölçütüne sığdıramayacağımız kadar büyük bir sızı. Çünkü bizlerin suyun altında kalmış hiç bir anısı yoktur. Su, önü tutulup metre metre anıları boğmaya başladığında, istilaya uğrar Ağınlının zihni. Toplumun anıları şehirlerin yüzlerinde birikir. Yeri gelir bir mabede sığınır, yeri gelir asma yaprağının gölgesinde saklanır, çocuk gibi. Mahalledeki ağabeylerin sana vişne suyu ısmarladığı yazlık kahve açılmamak üzere kapandığında, hatıralar sahipsiz kalır. Ha yıkıldı yıkılacak gibi bile olsa bir çay üstüne kurulmuş tahta köprü suyun altında kaldığında, anılar kimsesizler yurduna evlatlık verilir.
İlk paragrafa bir göz atarak yazıya devam edelim. Ağın’ın karakteristik yapısından bir insan vücuda getirmeye çalışalım: Ağın nasıl bir yerdir, sorusunun yerine Ağın nasıl biridir, diye soralım. Bu sorunun bendeki cevaplarını sizlerle de paylaşayım:
Ağın, sorun olmaz ve sorun çıkarmaz. Eğer idareci ise idare ettiklerin arasında en sevdiği, az yorulduğu, gördüğünde başını okşadığıdır. Ağın; bir anne yüreği kadar merhametli, bir baba kadar müşfiktir. Evet, o bildik deyim ile; yemez yedirir, giymez giydirir. Kâmildir, alçak gönüllü ve paylaşımcıdır. Elinde avucunda ne varsa bahşeder, bırakır ve çevresine sunar. Tevazu sahibidir. Yeri geldiğinde bireysel mutluluğundan feragat eder, geriye kalanların keyfi için. Sözlükler, feragat kelimesini “hakkından kendi isteği ile vazgeçme” diye tanımlıyor. Oysaki hayatın içinde yeri geldiğinde biz bu kelimeyi hakkından enayice vazgeçmişler için kullanıyoruz. Ağın, (muhtemelen) hiç bir devirde göz kamaştırıcı bir cazibe merkezi olmadı. Ancak kendine has çeşitliliği, çeşnisi, yalın ve dupduru halini koruyarak, içe kapanıklığı ile değil çevresine açık oluşu, başını dik tutuşu ile hep ışıltılı-ymış ve o ışıltıyı bu topraklara feda etmeye de hazır.
Ağın, aşağı yukarı 40 yıl önce de Keban Barajının kurulumu ile geleceğinden vazgeçmiştir. Hani o meşhur film repliği gibi “siz gidin ve kendinizi kurtarın. Ben onları
oyalarım” demiş ve feda eylemiştir geleceğini.
İşte tam bu noktanın 40 yıl sonrasında bile olsa Ağın ve Ağınlının Hakim güçten beklediği; anılarının karşılığında nefes alabilecek, asgari ölçüde de olsa yaşayabilecek, gün görmese de gün ışığı görecek, yüzü doygunlukla pembeleşmese de muhtaçlıkla sararmayacak bir vaziyete varmaktır. Yani unutulmuşlar, terkedilmişler çölünde çatlayan dudağını ıslatacak bir vaha aramaktadır. Belki bir menzil, bir ışık, bir çıkış noktasını gösteren tabeladır beklediği. Yani yine Ağın isyanda değildir, Ağınlıda isyankâr değildir. Yine mahallenin iyi çocuğudur. Yine cazgırlık ederek hır çıkartmayacak, haylazlık ederek camları kırmayacaktır. Ancak, ortalığı velveleye veren, şamata çıkartan, derman değil dert olan, yâr değil yardan atanlara sus payı olarak ikramlar sunulunca, O yine mahzun bir kenara çekilecektir. Şikâyete gitmeyecektir ama bilinsin ki gönlü ezik, kalbi kırık, neşesi eksiktir. “yâr bana bir eğlence” istememektedir. Devletinden medet ummaktadır. 40 yıl önce su ile beraber Ağın’ın da önü tutulduğunda (belki de bir nevi) şöyle denilmişti: “Ey Ağın! Senin üstünü su ile örtecek ve anılarından mahrum bıraktığımız yüreğinin alevleri ile memleketi aydınlığa salacağız”. Son bir kez daha çığlığımızı içimize hapsederek seslenmek gerekiyorsa:
Sizin öz evladınız olarak biz buradayız. Herkes için bir kez daha künyemizi okumak gerekiyorsa; Anadolu’nun çocuğu, Elazığlı Ağın’ız.
Saygılarımla…
M. Fatih AYDEMİR
29 Aralık 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder