Güzel Olduğunuz Kadar Küstahsınız da!
Özendiğim tarihlerde doğmak nasibim değilmiş. Eğer “Bu yüzyılın hangi yarısında doğmak istersiniz?” gibi bir sorunun muhatabı olabilseydim, “ilk yarısını” seçmekte hiç zorlanmazdım. Ama artık o tarihlerin takvim yaprakları hızla koparılmış ve gerilerde kalmış durumda. Vaziyet böyle olunca da ruhumun ihtiyarlığı, bedenimin gençliği ile örtüşememiş. Ve anladım ki, benim ruhumun gizemli gecelerini aydınlatan ay, geçmişin durduğu yöndeymiş.
Eski Türk filmlerini sevmek bir tarafa, adam akıllı aşığım. Hele ki onları sinemada, bu da yetmezmiş gibi bir de yazlık sinemaların efsunlu ortamında seyretme şansına erişen babamı yıllar yılıdır kıskanırım. O filmlerin hayata naif bakışı (beklide o zamanlar dünya öyle idi) ve bunun beraberinde getirdiği cazibe yüklü hal beni her seferinde ilk defa seyrediyormuşçasına içine çekiyor. Bu çekim gücünün beraberinde taşıdığı sihre varlığım kurban gidiyor ve en sonunda o filmlerdeki öyküler, saatleri durdurmak üzere benliğimi zamanın ruhuna çakıveriyor.
Büyüsüne kapılmak için kaç zamandır bütçemi denkleştirmeye çalışıyordum. Yıllar yılıdır hep aklımdadır. Bir dükkânın vitrininde ya da bir eskici arabasında boynu bükük halinin ona sunduğu mahzun duruşu görünce dayanamam. Bakakalırım. Denk düşen bütçem ile bu kez sahiplenebildim. Altın renkli gramofonumu aldım eve getirdim. İğnesini hafifçe taş plağın üstüne bıraktım. Bir anda bin yıl kadar gerilerden geliyormuşçasına mistik bir ses yayıldı salona. Bu ses ile ben artık o eski Türk filmleri içinde soluk almaya başlamıştım: Tatar Ramazan ile avluda volta atıyor, Küçük Hanımefendinin Şoförlüğünü yapıyordum. Kimi zamanda; Yeşil Vadiye gitmenin kısa yolunu bildiğini söyleyen Şaban'ın ardına düşmüş Tellioğullarının damadı ya da Bedia’yı her seferinde kandırmayı başaran Horoz Nuri oluyordum. Belki de ağlamaklı haykırışı ile “Bu da mı gol değil Hakim Bey” diyen Ofsayt Osman’dım. Ama en çok da “Selvi Boylum Al Yazmalım” efsanesindeydim.
Neden mi? Çünkü o film yüreğimin üstündeki yalancı cilayı kazımış, hasret ile örselenmiş ve sevda ile karartılmış gerçeğimi bana taşıdığındandır, diye düşünürüm. Film mutlu sonla bitmez. Beni hayalle değil hayatla yüzleştirir. Perde kararırken, yarım kalmış tüm hikâyelerin burukluğu acı bir gülümseme ile gelir yüreğimde mayalanır. Mark Twain’de öyle demez mi “Gerçek, kurgudan daha acayiptir. Çünkü kurgu olabilirlikleri gözetmek durumundadır, ancak gerçeğin böyle bir zorunluluğu yoktur”.
Ruhumun filmde anlatılan konuya içten bağlılığını, hayranlığını hep hayra yordum. Hikâyenin sahibi olan Cengiz Aymatov’un yüreğini ne zedelemiş, ne burkmuşsa ve o yüreğin yönünü bahara ne çevirmiş, ne açmışsa ve sevgiyi hangi rüzgârlar göğsüne taşımışsa, sanıyorum ki aynı katarın menzili benim yüreğimi de bulacak, fethedecek kadar kudretliymiş. Farklı coğrafyaların çocukları da olsak, aynı ruh ikliminde demlenmiş yüreklerimiz bizi birbirimize kardeş kılıyor.
Gramofondan yayılan o pürüzlü ton, hayatın bıraktığı tortuları bir an gelip silmekte, bazen de unutulmaya yüz tutmuş acıları yinelemekte pek mahirdi. Gramofon sesi hep içimi acıtmıştır ve ağlamaya açılan kapıdan beni içeriye itmiştir. Ancak kendi ruhuma kazıdığım bu zulümden o kadar da hoşnutsuz sayılmazdım. Yine öyle oldu.
Yayın hareketi ile kemanın ilk sesi duyuldu. Yüreğim, kemanın melodisi ile imar edilmiş gergefin ellerine düşmüştü. Yay nakış işliyormuşçasına tellerin üstünde süzülürken sineme taşıdığı hüznü sevmiştim. Teslim oldum, esir oldum, orda durdum. Zeki Müren söyledi ve ben acıdan dikilmiş dar elbisemi üstüme giydim:
Sevgimizin, aşkımızın üstünden
sene geçti, mevsim geçti, ay geçti.
Hülyamızın, rüyamızın üstünden
yağmur geçti, dolu geçti, kar geçti.
Ne birleştik, ne ayrıldık biz senle
kış geçti, bahar geçti, yaz geçti.
Bu aşkın, bu sevdanın yüzünden
hayat geçti, ömür geçti, yaş geçti.(*)
Ve ardından içimde kalmış kareleri gün yüzüne asmaya niyetlendim. Bahar yağmurunun ardına gizlenmiş gökkuşağının her bir rengini, o sevdiğim filmlerin fotoğrafları ile bezedim.
“Ah Müjgan Ah” filminin son sahneleri takıldı aklıma. Gözleri dört defa lacivert Müjgan, Hüsnü’nün yüreğine basa basa “hususi araba ile atlas yorgan, sırmalı fistan uğruna” onu terk eder ve yıllar sonra geri dönmek istediğindeyse artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Hüsnü ağlamaklı sesi ile Müjgan’a olan sitemini şöyle haykırır:
— Hadi, çık, koş, ara, bağır, çağır, Hüsnü’yle Müjgan’da gelsinler, der. Müjgan şaşkınlıkla:
— Anlamadım, diyebilir ve Hüsnü söze devam eder:
— Ne sen o Müjgan’sın, ne de ben o Hüsnü’yüm!
Hüsnü’nün sevdasının yükünü sırtlamak bana yetmemişti. Aldım başımı yola koyuldum. Vizontele’ye gidiyordum. Rıfat, askere gidecektir ve son kez Asiye’yi görmeye gider. Gömleğinin cebinden çıkardığı ve bir cevşene benzeyen kolyeyi Asiye’nin boynuna takıverir:
— Nedir bu?
— İçinde yaramın kabuğu var.
— Yaranın kabuğu mu?
— Seninle ilk buluştuğumuz gün düşmüştüm hani? Kanamıştı. Sonra yara kurudu, bende kabuğunu sakladım. İkimizin yarasıdır diye. Esasen çok saçmadır değil mi? Ama olsun düşündüm ki fotoğraf vermekten iyidir. Fotoğrafa bakar bakar alışırsın. Ama yara öyle değildir. Etimden bir parçadır, ne zaman baksan acırsın. Ne o yoksa taş kalpli Asiye ağlıyor mu?
— Yo niye ağlayayım ki? Hem bence de saçma bir şey. İnsan sevdiğine yarasını verir mi?
Belki de insan yarasını en çok sevdiğine vermek ister ya da insan yarayı en çok sevdiğine vermek ister ve şu aşikârdır ki sevdiğin varsa yaran da vardır demek ister.
Belki hızlı bir geçiş olacak ama bu melodramı sonlandırmalıyım artık. Yazım Türk filmleri gibi mutlu sonla bitmeli. Daha ziyade Ertem Eğilmezin çektiği kalabalık kadrolu Arzu Filmin yapımlarına yelken açmaya niyetleniyorum. Adile Teyze karşılıyor beni, gel kuzucuğum diyor ve o yapımların içine bırakıyor çocukluğumu. Bu filmler, benim olmayan ama benimmiş gibi yapılıp, bana zorla sunulan, sindirilmem beklenen başkalarının masallarından çok daha güzel. Çünkü burası benim dünyam, çünkü bu filmler benim sokağımdan geçip beyaz perdeye yürümüş. Bu filmler görmemin nasip olmadığı Orta Oyunundan esintiler taşıyor. Böyle olunca da penceremi sonuna kadar aralıyorum. Beyaz perdede isimleri başka başka olsa da Pi Şekerle, Kavukluyu sahne de görüyorum.
İyiliğin ve iyilerin kazandığı, kötülerin bile en sonunda içindeki masum çocuğa yenildiği filmlere hala inanıyorum. Evet, biz büyüyünce dünya kirlenmiş olabilir ama ben yine “Hulusi Kentmenler var mı?” sorusuna saflıkla “evet” diyorum. Banker Bilo filminden kopup gelen “Yaptım ama sor niye yaptım?” repliği hafızama dokununca, yüzüme boylu boyunca serilen bir gülümseme yayılıyor. Ya da sahte Tosun Paşa Şaban’ın Leyla Hanıma olan aşkını ifade etmek için söylediği şiir (muhtemeldir ki) hiçbir antolojiye girmez ama benim gönlümdeki yeri hep ayrıdır:
"Leyla, sev beni sokma müşküle,
seninle kaşık atalım iki tabak keşküle."
O denli uzun ki bu filmlerin gönlümdeki yeri, bu yazdıklarım ancak ilk adımları olabilir. Şimdi gitme vakti, niye mi? Çünkü Küçük Hanımefendi beni çağırıyor da ondan, yani şoförünü…
Saygılarımla…
M.Fatih AYDEMİR
(*) MAKAM: HİCAZ, SÖZ: İLKAN SAN, BESTE: SADETTİN ÖKTENAY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder