“Manneken-Pis” yani kaba ama daha bilindik Türkçe karşılığı ile “İşeyen Çocuk” heykeli Brüksel’in en önemli simgelerinden biri. Yaklaşık 450 yıllık bir tarihe sahip olduğu söyleniyor. Heykelin yapılış sebebi konusunda türlü rivayetler var. Altı defa çalınmış olsa da Belçikalı yöneticiler yenisini tekrar yerine koymak konusunda hırsızlar kadar kararlı. Bu kadar ısrarcı olmalarının sebebi ne derseniz? Kanaatim şudur ki; tüm gün boyu arkadaşlarla aradığımız ve defalarca yanından geçtiğimiz halde fark edemediğimiz, ara sokakların birinin köşe başında duran bir karış büyüklüğündeki bu heykelcik için bizim gibi binlerce insan yolunu değiştirerek Brüksel’e geliyor.
Simgeler; kış geceleri kadar uzun, bir dev kadar cüsseli ve iri yarı anlatımlar arasında çok bodur, sıska kalabilirler. Ama o anlatımların ifade etme telaşını soluksuz bırakacak kadar net, keskin ve en önemlisi de özel olurlar. Zorlanmaz, zorlamazlar. Bir bakışta anlatır ve geriye kalan tüm kelimeleri yetersizlik ateşine çıra ederler.
Biraz daldan dala da olsa bir fıkra ile yola devam edeceğim.
Hindistan’ın, İngiltere’nin sömürgesi olduğu yıllar. İngilizler, Hindistan’da iki uzak şehri demiryolu ile birbirine bağlamaya karar vermişler. Altyapı çalışmalarına başlamışlar. Meraklı bir Hintli, bu işlere aklı eren arkadaşına sormuş:
—İngilizler ne yapıyor?
—Demiryolu yapıyorlar. Şehirlerin arasındaki mesafeyi şimdi ki şartlarda ancak 30 günde kat ediyoruz. Demiryolu bittiğinde bir günde gideceğiz, demiş. Diğeri tekrar sormuş:
—Eee, kalan 29 gün ne yapacağız..!
Şimdi işin en zor kısmına geldi. Yukarıda birbirinden kopukmuş gibi görünenleri bir potada eritmeye.
Yazdıklarıma bakarak (belki) kimileri tarafından “sana mı düştü?” deniliyordur diye hep korktum, korkuyorum. Ancak bu korkumu alt eden, sırtını yere getiren olgu ise yazdıklarımı (yazabildiklerimi) samimiyet, içtenlik, iyi niyet ve paylaşım derdi, fikrimi içimde tutamama sabırsızlığı, ya söyleyemeden aklımdan uçup giderse endişesi, az biraz kendini bilmezlik ve bir tutamda toyluk ile yazmamdır. Derdim; benim dertlerim ile hüzne boğulanları unutmamaktır. Onlar ki, olumsuz her şeye ve her şarta nezaket ile yaklaşmışlardır. Kendilerine düşmüş hayatın ezberini bozmuşlardır lakin yine de yeri geldiğinde tevekkülden bir ebruya teslim olmuşlardır. Şimdi bizim olan kültürümüzün kodlarını önce kendi hayatlarına sonra da bu coğrafyaya yaşayarak damgalamışlardır. Uğraşım; bu yaşam tarzını, buraların iklimi kılmış her öğenin kaybolmamasına çaba sarf etmektir. Kişilerin, yaklaşımların ve bakış açılarının yitip gitmesine direnmektir. Ne kadar olur bilmem fakat elimden geldiğince, aklımın erdiğince, dilimin döndüğünce, hiç biri olmuyorsa da içimden bağırıp, çağırıp, haykırarak karşı koymaktır. Tarafımı belli etmektir.
Yazar Dücane Cündioğlu, umutsuzluğa yakalandığı ama çevresindeki herkesin efsunlanmışçasına huzurla gün tükettiğini gördüğünde şöyle soruyor: “Bu insanlar nasıl bu kadar mutlu olabiliyor?”. Aklım erdiği kadar da soruya soru ile cevap vermiş olayım: “Kayıplarının farkında olmadıklarından olabilir mi?”
Velhasıl kelam, gelelim Türk Dil Kurumu tarafından hiçbir anlamı bulunmayan yazımızın başlığına. Unutmadan bir hatırlatma ile devam edeyim: Her ne kadar TDK tanımasa da bu ifadeyi T.C. İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tanımaktadır. Ağın’ın en kıymetli öz değerlerinden biri olan Müderris Hüseyin Efendinin adını taşıyan mahallenin nüfus cüzdanlarımıza sığması için kısaltılmış adıdır. Bize has tüm değerleri hep bir şekilde kısaltmıyor muyuz? Budalalıkla buduyor, kıymet bilmeden ince ince kıyıyor, şaşkınlığımızı şuursuzluğa taşıyarak mutlu mutlu geçiniyoruz.
Aklını; sevdiği bir mekan, kişi, değer, obje, yer ya da şehirle bozmuş kişilere sorulur “Neden ?” diye. Bir nedenli soruda bizden olsun: Neden Ağınlı olmakla iftihar ediyorsun, mutluluk duyuyorsun, söylerken keyifleniyorsun derseniz? Tek başına ve fazlası ile Müderris Hüseyin Efendi yetecektir. Hepimiz ucundan bir parça kopartmış bile olsak, azalmadan bereketlenerek her birimize yetecektir.
-Nereden çıkartıyorsun, nasıl böyle bir sonuca vardın ? diyenler olabilir, sanki onları duyar gibiyim.
İtirazlar, karşı koyuşlar, direnişler, işte bu muhaliflik bana yol aldırıyor. Su üstündeki salı hedefe götüren, rüzgar kadar yelken kumaşının direncidir de.
Geçen mart ayında Frankfurt’ta önce Türk olduğunu sonra da Elazığ’ın merkez ilçesine bağlı Poyraz köyünden olduğunu öğrendiğim taksici Abdurrahman, benim Ağınlı olduğumu öğrenince yanımdaki arkadaşıma: “Elazığ başkadır ama Ağın bambaşkadır. Gün görmüş, kendini yetiştirmiş, efendi, aklı başındaki adamların memleketidir. Ağın güzel yerdir”. dediğinde bir hayli keyiflenmiştim.
Şimdi sormak istediğim şudur: 2008 yılı, 1858 yılında Ağın’da doğmuş Müderris Hüseyin Efendinin doğumunun 150. yılıdır. Ağın üstünden aldığım bu övgüde kıymetli şahsiyet Müderris Efendinin hiç mi katkısı yoktur? Ya da katkısı olduğunu düşünmek çok mu ütopiktir? Gözümü açtığım günden beri Ağın’a özgü ilk övgü ifadesi, okuryazarlık oranımızın % bilmem kaç olduğudur. Cebimizin doluluğu değil, yüksek mevkilerdeki hemşerilerimizin bolluğu övünç kaynağımız olmuştur. Bu ülke kurulurken neredeyse son yüzyılda soluk almadan savaşmış bir nesil vardı. Ülkenin yeniden ayağa kalkması, filizlenmesi, boy vermesi, yeşermesi için en çokta yetişmiş insanlara ihtiyaç vardı. İşte tam bu noktada ülkenin eğitim eksikliğinden kurak duşmuş her karış toprağına; Karasu’nun, Murat’ın, ikisinden bir can olmuş Fırat’ın bereketini insanımızla taşımışız. Yeri gelmiş öğretmen, asker, doktor, mühendis olmuşuz, yeri gelmiş bürokrat yetiştirmiş aşk ile ülkeye hizmetkâr olmuşuz. Bu şan ve şeref çok şükür hepimize her yerde sahip çıkmıştır. Biz kaçmaya yeltensek bile o peşimizi bırakmamıştır. İşte tam bu noktada bir sorum daha olacak: Şöyle bir sağımıza, solumuza bakalım. Bir çok konuda coğrafi komşularımızdan hep geride kalmışız. Nasıl olmuşta bu konuda çok uzun yıllar başı çekebilmiş, lider kalmışız?
Müderris Hüseyin Efendi, Ayasofya Camiinde Sultan II. Abdülhamit’in gözlerinin içine bakarak: “Bir hükümdarın, yöneticinin; halkına, idaresi altındaki insanlara adil muamele etmesi” konusunda vaaz verecek kadar yürekli ve kendini yetişmeyi başarmış bir şahsiyettir. Ayasofya, devrin en gözde camisidir. Bu camide vaiz olabilmek hiç de sıradan ve kolay bir şey değildir. Müderris Hüseyin Efendi yaptığı etkili sohbetler ile İstanbul halkının takdirini toplamıştır. Bu gözde vaiz artık sarayında ilgisi çekmiştir. Saray eşrafına da nasihatte bulunması için devlet büyükleri tarafından davet edilmiştir. Saraydaki yetkililer Müderris Efendi’den pek hoşnut olmuşlar ve padişahında bilgisi dâhilinde, bir dileğinin yerine getirileceği ve ne istediğini sormuşlardır. Önce kıymetli bir hoca olan babasının yanında, sonra Harput’ta ve İstanbul’da yıllarca eğitim görmüş, dirsek çürütmüş, el bağlamış, diz çökmüş, sabretmiş, pişmiş, yanmış ve devrin en büyük camilerinden birinde vaiz olmuş Müderris Hüseyin Efendi: “Ağındaki babama bir danışayım da, sonra sizlere cevap veririm" diyor. Bu noktada Müderris Efendinin cevabını ve o zamanki konumunu bir kez daha hatırlayarak okumanızı önemle rica ederim. Bunun üzerine “Büyük Hoca” diye tanınan babasından bir nevi emri vaki olan şu cevabı alıyor: “Oğlum, Şeyhül İslâm dahi olsan gözümde yok. Memleketine dön, biraz da memleketine hizmet et” diyor. Bunun üzerine Müderris Hüseyin Efendi İstanbul’u, sarayı, devrin en mühim camilerinden birindeki vaizlik görevini bırakarak Ağın’a dönüyor. Saraydan isteği ise: şu an Ağın’daki Aşağı Camii, Koçan Camii, çevresindeki han ve dükkânların yapımı için kullanılacak paradır. Hepimizin “Beyaz Saray” olarak bildiği bugün ki Belediye Binasının olduğu yere de medrese yaptırır. Büyük bir kütüphanenin hayata geçmesi için çok çaba sarf eder ve de başarılı olur. Bir nevi kendini Ağın’a vakfeder. Devletten aldığı maaşa kendi için el sürmez ve medreseye harcar. Cumhuriyetin ilanından bir müddet sonrada Kemaliye-Eğin Müftüsü olarak atanır ve Eğin’de iken 1935 yılında geçirdiği kalp krizi ile Hakk’a yürüyene kadar da baba nasihatinden hiç çıkmaz. Bu hali ile Osmanlı İmparatorluğu’nun son demlerinden, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adımlarına ve tarihimize kadar Ağın ismi ile özdeşleşmiş beklide binleri bulan sayıda yetişmiş insanımızın için eğitimin önündeki engelleri açmış ve can suyu olmuştur.
Büyük sözünün ne kadar kıymetli olduğunu yaşayarak anlatmıştır. Bu terbiyenin hangi kültürün tezahürü olduğu hepinizce aşikârdır. İşte Frankfurt’ta ki taksicinin dediği: “Elazığ başkadır ama Ağın bambaşkadır” sözü Müderris Efendi’den eğitim almış Ağınlının yakınından başlayarak tüm iklimlere düşen yansımadır diye düşünüyorum.
Müderris Efendi, irdelenmesi, anlatılması, rehber gösterilmesi, simge olması, nitelikleri ile bizlere, bizden sonrasına aktarılması gereken bir alimdir. İsminin uzun oluşunu münasebeti ile nasıl nüfus cüzdanlarımızda kırpmışsak, ondan düşen yansımaları da hayatımızdan kırpmışız. 2008 yılı Müderris Hüseyin Efendinin Doğumunun 150. yılıdır. Kim, nerede, nasıl, ne zaman olur bilemem ama belki biri bize Müderris Efendiyi ona yakışacak kalitede anma konusunda yol gösterir, deniz fenerimiz olur. Dua alır ve sırtı yere gelmez.
Biliyorum ki bu değere de bizden önce sahip çıkmak için bekleyen bir Eğin var. Ağın’da doğmuş, Ağın’da ilk adımlarını atmış, en verimli yıllarını Ağınlının eğitimine adamış yani tam bir Ağınlı olan Müderris Efendi’yi de ellerimizle bir başka diyara teslim edersek “pes” diyeceğim. Müderris Efendi diğer tarafta yakamıza yapışarak hesap soracak ve hakkını helal etmeyecektir. Ağın, işte o zaman Milli Şair Mehmet Akif gibi haykıracaktır: Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını/Bana çok görme İlâhî bir avuç toprağını!”
Yok, bu işi de yapmayacaksak; köprüyü yapalım sonra da kalan 29 gün (her anlamda) içini doldurmayı bir türlü beceremediğimiz Ağın’da ne yapacağımızı düşünelim.
Saygılarımla…
M.Fatih AYDEMİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder