Sayfalar

13 Haziran 2013 Perşembe

Bu Bir Emirdir: Ümitvar olunuz!

   Bu Bir Emirdir: Ümitvar olunuz!

    Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
    Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
    Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
    Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden,(1)

    “Uyuyan kişinin üstüne kar yağar” diye bir deyim vardır. Uyuyoruz demek gelmiyor içimden ve eğer uyumaktaysak ümit ederim üstümüze kar yağmıyordur. Yukarıdaki deyimi ilk anlamından ziyade, zihnimde oluşturduğu fotoğrafı size sunmak istiyorum.

    Üstümüze boca edilen “popüler kültür” ün kirinden korunmak için Anadolu’dan uzanan saçak altlarına kaçamayacak-kaçmayacak kadar efsunlu bir halde-miyiz? Değiştirilmeye çalışılan kültür kodlarımızı saklamak adına çok enerji harcıyoruz-mu? Kimi zaman bir müzenin yönetimi gibi bu kültürü sadece vitrinin ardına saklı tutup, kimselere dokundurmuyoruz-mu? Böyle koruduğumuzu sanma yanılgısı bizi içten içe kemiriyor olabilir-mi? Sadece birilerinin himayesinde ve onların yaşamıyla sınırlandığında, kültür ancak bir mumya kadar-mı-yaşıyordur? Kültürümüze soluk aldırabilmek için hayatın merkezine taşımamız, velhasıl kelam yaşamamız gerekli değil midir?

    Sorular çok zaman kolaydır, zor olan cevaplarıdır... 

    Abdurrahman Şen Ağabey bir sohbette şu mealde bir söz etmişti: “Medeniyet, geleneksel değerlerin üstüne inşa edilmişse kalıcı ve kaliteli olabilir.” Bu ifadenin üstüne şunu eklesem hata mı etmiş olurum: “Arzın üstündeki sıradan bir toprak parçasını, bizim için asil ve paha biçilmez kılan, bizi biz yapan yaşanmış öyküler barındırıyor oluşudur.

    Bugün kendimize dert edindiğimiz ve yozlaşıyor mu, yıpranıyor mu diye endişelendiğimiz kültürü (bütünü olmasa bile kayda değer bir parçasını) Anadolu’nun ümmi insanı sırtında bize taşımamış mıdır? Bugünlerde sıkça televizyonlarda yayınlanan bir sigorta firmasının reklâmını izlemişsinizdir. 1924 yılında Erzurum'da yaşanan deprem sonrası Mustafa Kemal Paşa o bölgeye gider. Afet sonrasında yaşananları kendi gözü ile görmek ister. Yüreği savaşlarla viran olmuş yaşlı bir adam, artık yüreğine benzeyen evinin yıkıntıları önünde oturmaktadır. Bir heyetin geldiğini görünce ayağa kalkar. Paşa her ne kadar "otur dayı otur" dese de o ihtiyar bedenini çoktan ayaklandırmıştır. Paşa sorar, O cevaplar:
    — Geçmiş olsun.
    — Sağ ol Paşam.
    Paşa, dayının ardında kalan yıkıntıya bakarak:
    — Kaybın büyük mü dayı?
    — Melmeketimiz sağ olsun.
    — Kimin, kimsen yok mu?
    — Evlatlarımı harpte şehit vermişem.
    Paşa hüzünle ama sahip çıkmaya yüreklenmiş tavrı ile devam eder.
    — Bak be dayı bak. Devlet sana yardıma geldi. Ne istersin devletinden?
    — Bir şey istemirik Paşam. Biz yedi düvelle harp etmişek. Koca melmeketi  yeniden kurmuşak. O bize yetir. 
    — Üzülme dayı bu halin çaresine bakacağız, der ve dayıyı selamlayarak uzaklaşır. Ardından dış ses reklâma devam eder:
    — Anadolu’nun gururlu insanı... 

    (Sonunda Paşayı da reklâm malzemesi yapmanın iticiliğini, çiğliğini bir kenara bırakırsak) Reklâmda beni en çok vuran ifadedir “Anadolu’nun gururlu insanı…” Sokulmak, kucaklanan olmak, onun bütünlüğünün bir parçası olmak istediğim kültürü bütünü ile anlatamam belki ama bir tek bu ifadeye bile sarılarak dünyanın tüm renklerini kirli bir griye çevirmeye çalışan Küreselliğin hırçın denizlerine korkusuzca yelken açabilirim. Ümidim şudur ki; benim de payıma Anadolu’nun gururlu insanını anlayacak, görecek, imrenecek ve aynı yolu yürümeye niyetlenecek bir yürek düşmüştür.   

    Küreselliği bünyemize aşılamaya çalışanların bu konuda derin bir ikilem yaşadıkları da aşikârdır. Çünkü diğer bir taraftan da kendi yoğurdukları küresellik zehrine direnmek adına derin bir çaba içindeler. Değerlerinin hızlı yok oluşunu engellemek için ürettikleri-üretebildikleri panzehiri topluma enjekte etmekteler. Şöyle ki; Avrupa ülkelerinin bütçelerine bakıldığında kültür için yapılan yatırım ve harcamalar (kişi başına düşen miktarı ile) ikinci sıradaki yerini uzun süredir korumaktadır. Bu bilinci doğuran (özellikle ikincisi olmak üzere) dünya savaşlarıdır. Bizlerin büyük yanılgılarından biri de: Bütün Avrupa’yı her konuda bir tek kültür gibi algılama teorimizin kolaycılığıdır. Hepsine birden “Avrupalı” dediğimize göre birbirlerine çok uzak değillerdir lakin bir tek de değildirler. II.Dünya savaşında birbirini boğazlayan Avrupalı (bir daha bu acıyı yaşamamak için) şimdi bir taraftan ortak değerlerini pekiştirirken, diğer yandan da vatandaşlarının ülkelerine duydukları aidiyet duygusuna vurgu yapmaktadırlar. (Burada ABD’yi ayrı tutmuyorum. Aynı zihniyetin bir başka kıtadaki zuhurundan başka bir şey değildir.)

    Batı eksenli kafa, Kabil’in Habil’i katlettiği günden bu yana her devirde insan olduğunu inkâr etmekten, zulmetmekten, soykırım yapmaktan utanmadı. Bu arsızlığı ile “salt” kendi yaşamının kalitesini arttırmak için her türlü cerahati yeryüzüne kusmaktan çekinmedi. Dünya üstündeki kara parçalarını; Amerika’yı, Afrika’yı, Asya’yı ince ince kıyıp, küçük dilimler halinde soykırıma maruz bıraktı. Pasifik’te, Atlantik’te, bu gezegende gemi yüzdürülmüş her su üstünde korsanlığı fantastik bir kahramanlık kimliği ile örtme çabası ise “gerçeği balçıkla sıvamanın” ötesine geçemedi. Bu yaşanmışların, halen yaşananların ve yaşanacakların doğru olmamakla birlikte normal olduğunu düşünüyorum: Çünkü “Ne Firavunlar yok olacaktır, ne de (çok şükür) Musa’lar.

    Burada bize düşen içimizdeki Musa’ları büyütmek ve yaşatmaktır. Hiçbir inanış, ülkü, iman, top yekûn insanların bir anda, bir sefer de inanması ile yola koyulmamıştır. Bir bir ilerlermiş, tek tek inandırmıştır. İnanan tek yürek için bütün insanlık inanmışçasına şükretmektir. İşte tam burada Taif’in acısını yüreklere çağırmaktır. Şimdi gidip bulma vaktidir o üzüm bağını ve Kenan İllerinden olan Hz. Yusuf’un hemşehrisini. 

    Ama birilerini inandırmaktan önce kendimizi inandırmalıyız. Bir insanın gönlüne girmekten (çok zaman) daha kolaydır bir kalenin kapılarını açmak. II. Mehmet, İstanbul’u fethetti ama Çandarlı Halil Paşa’yı fetihten önce inandıramadı şehrin Fatih’i olabileceğine.

    Kültürel soykırımın mağduru olmamak için toplumun tüm kademelerini bir günde bilinçli bir varlığa dönüştürmek mümkün değil. Kimi sözler kâinatın son demine kadar bir mucize gibi yaşayacaktır. (“Şimdi küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz!‹2›) İşte öyle bir ifadenin bize sunduğu mucizedir: Küçük savaşların tükendiği yeryüzünde büyük savaşı başlatmalı ve öncelikle gönlümüzün kapısının önünü süpürmeliyiz. Kendi varlığımızı terbiye etmeli, yola koymalıyız. Neden birilerini, bir bütünü değiştirmek adına yoruluyoruz ki; önce kendimizi değiştirsek nasıl olur? 

    Burada bize, bizim kültürümüze yakışan duygu ise ümitvâr olmaktır. Mevzi kaybettiğimizi düşünmeden yola devam etmeliyiz. Bu bir nevi Fethi Gemuhluoğlu’nun vasiyetidir. Osmanlı’ya verilmiş olduğunu düşündüğü emanet için şöyle der: “Verilmiş de alınmış değil; buna bilhâssa işâret ederim. Aklımızı başımıza devşirelim; bu emânet onlara verilmiş fakat alınmamıştır. Bunu gönlünüze nakşediniz. Gönlünüze menkuş hâle getiriniz. Bu emânet verilmiştir, alınmamıştır.” Bu ifadeyi pekiştirmek için bir alıntıda Cemil Meriç’ten yapmak isterim: “Demek ki, bizim için geri kalmışlık söz konusu değildir. Zirveye vardıktan sonra yükselecek başka irtifalar olmadığı için, yürüyüşe devam etmek, ister istemez alçalmaktı.(3)

    Sözü düğümlemek naçizane bana düştü: Ümidini kaybeden şeytanını bulmuştur…

    Saygılarımla.
    M. Fatih AYDEMİR
    30.04.2010

(1)    N.Fazıl Kısakürek 
(2)    Hz. Muhammed (sav) Hadis-i Şerif
(3)   Cemil Meriç-Kırk Ambar kitabından

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder