Yaz geldi ve geçti. Beklide her yaz geç-ti. Gittim ve gördüm. Ona iltica edenlere açık yüreği ile memleket her-birimizi bekliyordu ve bir kez daha bizlere kucak açtı, kabul etti. Olcay YAZICI’ nın bana seslendiğini duyar gibi oldum:
Kuşluk vakti taşradan atılan taş
Kırar şehirlerin kör camlarını.
Ağıtlı ananın gözündeki yaş,
Küskün kundaklara sarar yarını!
Şehre olan tutkunluğumuzun günahı boynumuzda asılı haldeydi ve bizler memleketin göğüne ve gölgesine girdik. Bizleri görünce sevecen bir nazar ile baktı, gülümsedi. Ona karşı işlediğimiz tüm suçlardan beraat etmemiz için takipsizlik kararı vermeye hazırdı. Bir anne gibi yüreğinin kıblesi her daim affetmenin Kabesine bakıyordu. Yaradan kendine özgü kimi sıfatlardan ademoğluna da bahşetmiştir. İnsan, Allah’ın en canlı aynasıdır, der âlimler. Böyle olmalı ki Sadık YALSIZUÇANLAR Ağabey “Dem” isimli kitabında şöyle der, “huzura giriyorum… sonsuz huzura… öncesiz, sonrasız nura… büyük bir ayna karşıda… bakıyorum… kendimi görüyorum…” Sadık Bey ne güzel bir ağabey! Onu görünce Hz. Yusuf’un duasını ayakta görür gibi oluyorum: Rabbim bana istememeyi isteyebilmeyi nasip et…
Müderris Hüseyin Efendi’nin miras bıraktığı camiinin önünden hareket ederek Fethi Gemuhluoğlu’nu anmak için Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu Kültür Merkezine doğru gidiyoruz. Arabanın içinde Ali GEMUHLUOĞLU(Fethi Gemuhluoğlu’nun Oğlu), Necla ÇATALTAŞ(Müderris Hüseyin Efendinin Torunu), Prof. Dr. Füsun ÜSTEL(Müderris Hüseyin Efendinin Torununun Kızı) Ömer Faruk GENÇOSMANOĞLU ve Nevzat GENÇOSMANOĞLU (Niyazi Yıldırım Geçosmanoğlu’nun Kardeşleri) bulunmakta. Bu toprakların üç güzel çınarı ve onlarla aynı kökten yol almış güzel insanlar. Memleket toprağı sümbüle, hanımeline vurulmuş bir mevsim yaşanmakta. Hep birlikte salondan içeri girdik. Emin SEZER Fethi Ağabey diyerek onunla ortak yaşanmışlıklarını anlatıyordu. Anılarını, anlarını ve geçmişe dönük yarım kalmışlıklarını öyle güçlü ve kendine özgü bir vücut dili ile renklendiriyordu ki bizim gibi Fethi Ağabeyi siyah beyaz dahi görmeyenlere hayat veriyordu.
Ve sonrasında da Adnan BİNYAZAR, yüreğinin heybesinde büyük, büyülü ve gerçek hikâyelerle geldi memleketine ve onları bizimle paylaştı. Bu enginliğe dimağımızda, yüreğimiz de dar kaldı. Dünyanın birçok yerinde konuşurken memleketini sohbetinin çeşnisi kılmış bir yazar o an dünyanın tüm çeşnilerini bizim damağımıza taşır gibi hasbi hal eyledi. Dinlerken onu iki saatten fazla bir zaman dilimi çarçabuk geçi verdi. Zihnimizin duvarlarına vura vura “Neden Okumalıyız?” soru cümlesinin her bir tarafını öyle güzel cevaplarla kuşattı ki, iğne ucu kadar boş yer bulamadık. Düşünüyorum da Allah ömür verirde onun yaşına geldiğim de ne kadar hikâye biriktirmiş olacağım. Hayat merdiveninin basamaklarını yeni adımlamaya başlayanlara anlatabilecek kaç hikâyeciğim olacak?
Nazan Bekiroğlu Nun Masalları kitabında der ki: "İçinden şiirsiz geçilemeyecek derinlikte gözleri vardı..." Bir ayna yardımı ile dünyayı ters yüz görmeyi dışarıda bırakırsak, kim kendi gözlerini görebilmiştir? İşte bu sebeple onlar kendi gözlerinde göremedikleri derin sevdaların mısralarını ben gördüm. Yüreklerinde ışıldayan, saran, kucaklayan o güneşinin benzerlikleri ile onları kardeş gördüm: Nazım PAYAM ve Mehmet Nuri YARDIM’ ı gördüm. Fethi Gemuhluoğlu’nun dediği gibi: İnsanlar hâl-i cimâ’dan doğmuyorlar. İnsanları gönül döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı oluyor… Ben onları kardeş gördüm.
Akşam gecenin üstüne doğru yürürken bizde Koçan’dan Aşağı Camiye doğru yürüyoruz. Sohbet ediyoruz. Ediyorlar... Öyle mutluyum ki yanlarında, ruhumda beliren ışıklı yol karanlığı yırtıyor. Ayaklarım nereye bastığını bilmiyor, basıyor mu onu da ben bilmiyorum! Bir yanımda Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞAN, bir yanımda Dr. Metin ERİŞ. Mesut olmak böyle bir şey demek ki… Mehmet Akif İnan’ın da dediği gibi “O kar ellerine yar ellerine / Deme sabah akşam var ellerine” şimdi benim payıma kalansa Allah izin verdikçe düşmek var artık her ikisinin de peşlerine…
Ahmet Kabaklı Hoca, Ejderha Taşı ismini verdiği kitabında “Unutmayın, vatanın hangi köşesinde yitirdiğimiz eski büyük yurtlarımızın, hangi yerinde o babalar yatıyor ve o efsaneler söyleniyorsa oralar bizimdir. Ancak oralar vatandır. Efsaneler manevî vatandır…” diye yazdığını okuyunca, aklıma bir soru cümlesi takıldı: O vatan topraklarının ezgisi de türküler midir? diye. Sanıyorum işte tam da bu soruma bir cevap niteliğinde kurulmuştu Ağın’ın orta yerine türkülerin otağı: Selahattin ALPAY, Sebahat ASLAN, Dündar YILDIZ, Kezban ARSLAN meşk eylemek için koyuldular yola. Ama bizi âşık kıldılar eyledikleri meşke. O sırada bu kez yanımda İsa KOCAKAPLAN’ ı buldum. Sen dedi, “Türkü Söyleyen Şehirler” i bilir misin? Bu cümlenin ardından uzanmış kitabın sahibi idi. Kafamı usulca salladım. Gülümsedi. Bir şey demedi ama türkü söylenen her yer bizimdir, der gibi baktı.
Uyku uyanıklık arası bir yerdeyim. Bu yaz hep güzel hülyalar gördüm. Yine onlardan birindeyim. Prof. Zafer GENÇAYDIN’ la yüksek duvarlı kocaman bir konağın önündeyiz. Kanatlı büyükçe bir kapı var önümüzde. Sol kanadını o açıyor, sağ kanadını ben. Yüksek duvarların ardına saklanmış Arnavut kaldırımlı geniş bir avlu selamlıyor bizi ve ardından üst katlara çıkan iki merdiven çağırıyor. Ben sağdan adımlıyorum basamakları, Zafer Ağabey ise soldan. Üst kata varınca O soldaki pencerelerden bakıyor konağın sokağına, bense sağdan. Aynı yönden, aynı camdan bakma hevesi barındırmıyoruz içimizde. "Sokağa neden, niye oradan bakıyorsun? Gel ve bu pencereden bak!” ısrarına, telaşına, direncine, gereksizliğine yenik düşmüyoruz. Bu büyük konakta böyle yaşamak gerekli, diyoruz. Senin penceren sana, benim pencerem bana. Tebessümlerimiz birbirine karışırken beni karşısına oturtup Ağın’ın orta-yakın tarihinden pasajlar geçiyor. Dillendirdiği zamanları, mekânları, insanları o anlatırken ben ruhumun beyaz perdesinde canlandırıyorum. Zamanda yolculuğun keyfi damağımda kalıyor. Memleketi-mi daha da çok seviyorum. Sonra diyorum ki acep bu tat mıdır Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na Ağın şiirini yazdıran:
Ey ak-ın, yeşilin, morun aşığı,
Ey gönül tahtının son yakışığı,
Yıldızın, güneşin, ayın ışığı,
Senin yüzündeki NUR gibi değil
Gece ilerlemiş, zaman, yeni günün ilk saatlerinden aşırıyor. Sabah yola çıkacağım. Hüzün yüreğimi işgal etmiş, tarumar etmekte göğsümü. Yusuf DURSUN Ağabey’in “Yokluğun omzuma konduğu zaman, gariplik postunu serer üstüme, gurbet ağlarını örer üstüme” dizeleri bir yerlerden seslenmekte. Vakit artık dönüş yolunu işaret ediyor. Faruk DOĞAN Ağabeydeyiz. Hem onlardan, hem de onlarda kalan misafirlerimizden tam izin istemek üzereyken, Yenge Hanım bir soru bırakıyor salonun ortasına. Güzel insan, güzel hoca Dr. Emin IŞIK hiç o saat değilmiş, hiç yorulmamış gibi soruyu sahiplenip yola koyuluyor. Zamanın, insanın sabır dalına bindiği anlara inat anlatıyor, sohbet ediyor. Siyer-i Nebi dersi veriyor. Dimağımıza gül kokulu bir lezzet üflüyor. Diz çökmek fikri geçiyor içimizden. Oturuyoruz. Yüreklerimizi ferahlatıyor. Hz. Musa’nın duasındaki gibi (Allah’ım göğsümü genişlet) vesile oluyor, göğsümüz genişliyor.
Ve sonunda yeni gün ışıdı. Yola koyuldum. Malatya’da tren istasyonundayım. Bir kıssadan hisse takılıyor düşüncelerimin çengeline. Bir gün güzellikle çirkinlik deniz kıyısında karşılaşmışlar. Biri diğerine hadi denize girelim, demiş. Giysilerini çıkartıp denize girmişler. Biraz sonra çirkinlik sudan çıkıp güzelliğin giysilerini giyip gitmiş. Sonra güzellik kıyıya çıkmış. Kendi giysilerini bulamayınca çıplak kalmamak için çirkinliğin elbiselerini giyinmiş. Derler ki: O gün bugündür insanlar, güzellikle çirkinliği birbirlerine karıştırır olmuşlar. Çok şükür ki bu yaz Ağın’a güzellikle çirkinliği önceden tanımış ve onları birbirinden ayırt etmesini bilen güzel insanlar geldi. Aldanmamızı önlemek için güzelliği, güzel düşleri, düşünceleri, güzel insanları anlattılar bize…
El salladım. Hiç kimselere. Hasret sanki bedenimi bin parçaya böldü. Sonra her parçayı bir başka kompartımana bıraktı. Tren ağır aksak yürümeye ve istasyondakilere veda şarkısını kendi dilindeki sesler ile söylemeye başladı. Yüreğimi raylara sermiştim, kaldırmadım yerinden. Gözyaşlarım daha sık aralıklarla demiryoluna dokunduğunda artık istasyondakiler görünemeyecek kadar uzakta kalmışlardı. Yerime oturdum. Karşımda Mahmut BIYIKLI kardeş. Gerçekten de kardeş. Öyle olmasaydı Cemil Meriç “İnananlar kardeştir. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için yaşamak ve ölmek.” der miydi?
Bestami YAZGAN Ağabey’in duyunca çekim alanına girmeye mecbur hissettiğim o güzel sesi hafızama yer etmişti ve şimdide yarenlik ediyordu. Lokomotifin peşi sıra giden kompartımanlar gibi, sesi hafızamın koridorlarında akarken ben de peşindeydim:
Ve Siz,
Güneşe kin kusan yarasalar,
Dolunaya diş bileyen çakallar!
Kara gecelerin kör bekçileri!
Haberiniz olsun:
Henüz ışığı dünyaya ulaşmamış,
Işıl ışıl, dizi dizi
Yıldızlara astık yüreğimizi…
İnsanları ve duyguları gerçek, zaman ve mekânları hayal ürünü olan bir yazıydı okuduğunuz…

Ağustos 2009'da Ağın'da düzenlenen Kültür Sanat Etkinliğinde bizleri yalnız bırakmayan güzel insanlara binlerce teşekkürlerimle...
Saygılarımla…
M. Fatih AYDEMİR
24.10.2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder